MAVİ SERİK TATİL SİTESİ - BİRAZ BİLGİ

Akşamları, evde oturduğunuz oda dışında kaç odada ampul yanıyor? Dişimizi
fırçalarken su şarıl şarıl akıyor mu? Ekmeğimiz
yenmeden bayatlıyorsa neden? Acaba gerekenden fazla mı alıyoruz? Ya bayat
ekmekleri ne yapıyoruz?.......

On dokuz yıl evveldi. Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi.
Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın
yanında ilginç bir not gördüm. Lütfen diyordu, trastan sonra jiletinizi
çöpe atmayın. Yanda bir kutu var, oraya bırakın. Bir tek
jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun.

Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya
denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde "İsveç çeliğinden
yapılmıştır" diye yazardı. İste o ülke, kullanılmış bir
tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen
turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda, radyolar, televizyonlar,
bir haberi duyurur. Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen
hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz,
kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu
varsa, ve lev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa,
kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç
ziyanına engel olun.

Beş yaşında idim. Babaannem rahmetli, pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere
düştü. Babaannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor,
sola bakıyor, bulmaya çalışıyor. Çocukluk iste, "aman babaanne dedim. Bir
pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya
değer mi?" Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu. "Sen
oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun,"dedi. "Hiç pirinç
üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç
tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi
var biliyor musun?" Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim. Alain'in proposlarini
okuyorum. Birden irkildim. Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa
karşı ihanet etmiş olur diyordu. İlave ediyordu. Bir
iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri, göz nuru, el emeği vardır
diyordu.

Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül
edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı
kimselerdir. Böyleleriyle, zavallı, evini mezat salonuna çevirmiş diye
eğlenirler. Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması
ne kadar acıdır. Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçiyor.İç
borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor. Zamanın başbakanı
meclisi toplar. Kürsüye çıkar. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile
anlatır ve su andan itibaren der, Allah şahidim olsun
ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten
başka bir şey yemeyeceğim. Su üstümdeki elbiseden başka
elbise giymeyeceğim.

Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası
açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumu
bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.

Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm. Yarabbim, ne kadar sade, ne
kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...

Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakla,
Gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla,
yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına
geçmiyor muyuz?

Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür. Herşey o kadar
birbirine bağlıdır ki, İlkokul okuma kitabımızdaki
bir sözü hiç unutmadım.
Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı,
bir at bir komutanı,
bir komutan bir orduyu,
bir ordu bir ülkeyi kurtarır
diyordu..

Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım, ister fakir,
hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız. Bunda parayı da, maddiyatı da aşan
büyük bir edep ve incelik vardır.
 

Mutlaka sonuna kadar okuyun inanamayacaksınız...
İŞTE BUNUN İÇİN BİZDEN İLERİLER

> 

> firmadaki müşteri hassasiyetine bakar mısınız?

> 

> Porsche firmasi, 1983 yilinda otomotiv sektöründe yanki uyandiracak

> teknik donanima sahip bir otomobille pazara girer. Müsterilerinden

> gelen her türlü yorum ve fikirlere açik olan yönetim, aracin piyasaya

> sürülmesinden

> 2 ay sonra ilginç bir sikayet mektubuyla karsilasir.Müsterinin

> sikayeti

> sudur: "Adim Danny Troatman. New Jersey'de yasiyorum. Esim ve

> cocuklarimla her aksam film seyretmeden önce sehir merkezinde bulunan

> markete dondurma almaya gidiyorum. Bir ay önce aldigim Porsche marka

> arabamla tabii ki...

> Fakat ne ilginctir, ne zaman çikolatali veya meyveli dondurma alip

> arabama dönsem, araç çalismiyor. Oysa vanilyali aldigim zaman aracim

> rahatlikla calisiyor. Bunun bir kac kere denedim ve her seferinde ayni

> sonucu aldim.Yardimlariniz icin simdiden tesekkürler"

> 

> Bu olay Türkiye'de olsa ne olurdu? Muhtemelen mektubunuz ciddiye

> alinmayip bir kenara firlatilirdi. Ama hayir! Porsche firmasindaki

> yetkililer derhal adi gecen bölgeye bir mühendis gönderiyorlar ve

> sebebini ögreninceye kadar orada kalmasini söylüyorlar. Ertesi gün

> mühendis NewJersey'e variyor ve Bay Troatman'la hemen temasa geciyor.

> Ayni aksamdan baslamak üzere her aksam üstü mühendisimiz ve Bay

> Troatman dondurma almak üzere markete gidiyorlar. Gercekten de

> cikolatali ve meyveli dondurma alindigi zaman araba calismiyor,

> vanilyali alindigi zaman ise rahatlikla calisiyor.

> Mühendis baslangiçta bu olaya saskinlikla bakiyor fakat

> bilimsellikten uzaklasmamaya gayret ediyor. Aradan yaklasik bir ay

> geciyor. Bay Troatman ile her gün markete giden mühendis, sonunda

> olayi cözüyor. Yeni model Porsche arabalarda kullanilan sogutma

> sistemi, arac durdurulduktan hemen sonra devreye giriyor ve motor

> belirli bir isiya düsene kadar motoru kilitliyor. Markette en cok

> satilan dondurma ise vanilyali. Bu yüzden vanilyali dondurma tezgahi

> önünde sürekli sira oluyor. Bay Troatman siraya girip dondurmasini

> alana kadar gecen süre,motorun sogumasi icin yeterli oluyor. Fakat

> cikolatali veya meyveli dondurma tezgahi önünde sira olmadigi icin

> dondurmayi hemen alip aracina geri dönüyor. Motor ise kilitli oldugu

> için araç çalismiyor. Mühendis,raporunu yönetime sunuyor.

> Piyasadaki araclar geri toplanip, gerekli ayarlamalar yapiliyor ve

> müsterilere yeni haliyle teslim ediliyor


BÖYLE BİR SEVMEK GÖRÜLMÜŞMÜDÜR

 

Olay Ingiltere'de geçiyor:
Yasli bir bey, sabah erken evinden çikmis, yolda ilerlerken,
bir bisikletlinin kendisine çarpmasi ile yere yuvarlanmis ve hafif yaralanmis. Sokaktan geçenler yasli beyi hemen en yakin saglik birimine ulastirmislar. Hemsireler, adamcagizin yarasina pansuman yapmislar, ama 'biraz
beklemesini ve röntgen çekerek her hangi bir kirik veya çatlak
olup olmadigini inceleyeceklerini' söylemisler.

Yasli bey huzursuzlanmis,
'acelesi oldugunu ve röntgen çektirmek için beklemek istemedigini' söylemis. Hemsireler merakla acelesinin sebebini sormus.
Adamcagiz da
'karim huzurevinde kaliyor her sabah onunla kahvalti etmeye giderim, geç kalmak istemiyorum' demis.

'Karinizin, siz gecikince merak edecegini düsünüyorsunuz herhalde' demis hemsire. Adam üzgün bir ifade ile

'ne yazik ki karim Alzheimer hastasi ve benim kim oldugumu bilmiyor' demis. Hemsireler hayretle

'madem sizin kim oldugunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvalti yapmak için
kosusturuyorsunuz' demisler.

Adam buruk bir sesle

'ama ben onun kim oldugunu biliyorum' demis.



Merkez sağ Merkez sol

Tren yolcuları, vagonda otururken, farkında olmadan ideolojik karakterini ortaya koyar...
Eğer trenin gidiş yönünde oturmayı tercih ediyorsan, sen devrimcisin... Bak pencereden dışarı, manzara çok hızlı akar... Sürekli yeni, sürekli değişken...
Eğer trenin gidiş yönünün aksine oturuyorsan, sen muhafazakârsın... Bak pencereden dışarı, manzara aheste aheste akar... Telaşsız, sindire sindire...

İsmi lazım değil, bir Amerikalı anlatmıştı bunu bana, ciddi ciddi.
"Ya sen?" diye sormuştum...
Laf sokacağımı anlayıp, o sokmuştu gülümseyerek...
"Ben rayları döşerim."

İster gül, ister ağla...
Böyle bakarlar bize.

O nedenle...
"Merkez sağ" diye bir şey yoktur... "Merkez sol" diye de.


Vardır diyen, cevap versin...


İşsizler sağcı mıdır, solcu mu?
Şehitler?
Emekli, sağcı olursa maaşına zam gelecek, yoksa solcu olursa sendikaya girecek?
SSK... Hastaneler?
Hepimizi aynı kuyruğa sokuyorlar... Niye sormuyorlar, merkezin ne tarafında olduğumuzu?
Hangisidir ilaç?
ÖSS'de bir avantajı var mıdır, merkez sağcı veya merkez solcu olmanın? Liselere girişte?

Her şeyi satıyorsun...
"Muhafazakârım" diyorsun.
Kâr'ı anladık da...
Hani muhafaza?

Bırak şimdi sağı solu...
Bizim paramızla, bizim malımızı alıyorlar... "Sıcak para, kaynar faiz" devam edecek mi?
Onu söyle.
"Milliyetçi" Fransız da sahip çıkıyor tarımına, "komünist" Çin de, "hıristiyan demokrat" Alman da, "sosyalist" İspanya da... Senin tohumun cinsi ne?
Yetmedi mi IMF uşaklığı?
Ceket iliklemeye devam mı AB'nin komiserlerine?
Ondan bahset.

Çünkü sağ sol filan değil...
Budur 22 Temmuz...
Yolcu muyuz?
Hancı mı?
Bunun kararını vereceğiz.

Raylarını elalemin döşediği trenden inmedikten sonra, koltuğun "sağ" tarafında otursan ne olur, "sol" tarafında otursan ne olur... Akıp giden manzarayı farklı algılasan bile, neticede bakacağın pencere, aynı pencere.

 

 

YILMAZ ÖZDİL

Yılmaz ÖZDİL
9 Eylül...


PUNTA’da bayram vardı...

Yunan ordusu, Pasaport’tan karaya çıkmış, İzmir Metropoliti Hrisostomos, "evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz" diyerek, yere kapanmış, ilk ayak basan Yunan albayının çizmelerini öpüyordu.

İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya, aniden... Elinde revolver! Bastı tetiğe, trak trak trak... Efsun Alayı’nın etekli sancaktarı, karpuz gibi düştü atının sırtından, karpuz gibi... Bir panik, bir telaş... Anladılar ki, tek kişi! Sarıverdiler etrafını, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse, orasına... Şehit olmuştu, Hasan Tahsin.

Henüz 30’unda.

İstanbul Hükümeti, "bu tür şayialara ehemmiyet vermeyin" diyordu, hálá...

"Teori ile pratiğin kesiştiği insan" ise kararını vermişti... "Vakit tamam" dedi, "Anadolu’ya geçiyoruz..."

*

Böyle başladı macera.

*

Ateşten gömleği giymişti ulus... Aktı gitti, aylar yıllar, kanlar canlar... Takvimler 30 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde, yer gök yarılırken, şöyle yazıyordu hatıra defterine Yüzbaşı Kanellopulos, "Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz."

Batmasını beklediği güneş, doğuyordu aslında... Çıktı bir kayanın üzerine Mustafa Kemal, vınlayan kurşunlara aldırmadan, haykırdı karanlığa, "Eyy Hacıanesti nerdesin! Gel de kurtar ordularını!"

Kudurmuştu Ali Kemal...

Kin kusuyordu gazete köşesinden, "bu millici mahluklar kadar, başları ezilmek ister yılanlar hayal edilemez... Düşmanlar, onlardan bin kere iyidir!"

*

O "mahluk"lardan biriydi, İzmirli süvari teğmen Yıldırım. 18’inde... Yaralı ve 40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçıp cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu’nu almaya çalışırken, düşmüş, bahçesine gömülmüştü...

Yıldırım son nefesini verirken, 30 kadar Yunan askeri girdi, savunmasız Kuzuluk Köyü’ne... Gözleri bir kıza takıldı. 15’inde... "Taze incir gibi" dediler, sırıtarak... Korktu Fatma, kaçtı, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. "Yakalım" dediler... "Evi yakalım, kız nasıl olsa çıkar..." Verdiler ateşe. Alev alev. Çıkmadı kardeşim...

Çıkmadı.

*

Teğmen Şevket, Uşak’tan geçiyordu o sırada...

Sakarya’da şehit olan Yüzbaşı Basri’nin anneciği yakaladı kolundan... "Basrim nerde?" diye sordu. İçi çekildi Şevket’in... "Arkadan geliyor" dedi. Söylemedi gerçeği... Söyleyemedi.

Ve ömrünün sonuna kadar unutamadı bunu, "kendimi asla affetmedim" diye yazdı anılarında...

*

İstanbul’daki işgal kuvvetleri komutanı General Charpy, öfkeden deliye dönmüştü... Yırttı elindeki haritayı, fırlattı. "Bu hızla yarın İzmir’e girerler" dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, hayalet gibi çıkıp, bir ordan bir burdan dalan, kılıçlarıyla hızar gibi biçen Fahrettin Altay komutasındaki Türk süvarisi tarafından lokma lokma bölünmüştü... Dile kolay, 14 günde, 400 kilometre!

Kaçıyordu Yunan...


TARİHE GEÇMİŞ BİR CUMHURBAŞKANI

Sezer...


Yedi yıl geçti.
Sormanın zamanıdır...

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in çocuklarının ismini bilen var mı?

Efendim? Duyamadım...

**

Mesela, " Sezer'in kızı Ebru" diye başlayan bir cümle kursam, kaçınız itiraz edebilir, Ebru değil de, Betül diye?
Veya " oğlu Tarık" desem...
Var mı doğrusunu bilen?

Çalışıyorlar mutlaka...
Ne iş yapıyorlar?
Babaları cumhurbaşkanı yahu...
VIP'e girerken gören?

Genişletelim soruyu...
Hayali ihracat yapan yeğeni var mı?
Devlet kredisiyle banka alan kuzeni?
Kayınço?
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun" diye fors yapan müteahhit kanka?
Var mı?

Peki, aile fotoğrafı?
Bıraktık işadamlarını...
Gelin? Damat?
Nerede bu insanların magazin dergilerindeki şatafatlı pozları, televizyondaki görüntüleri, gazetelerdeki röportajları?

Elalemin yatında gören?
Verdimse, ben verdim... Duyan?
Telefon açsa neyse... Kimseye mektup yazdı mı, "hamili kart yakinimdir" diye?

Uzatmayayım...
Bizden biriydi.
Yedi yıl geçti... Hâlâ bizden biri.
Sadece bu mütevazı tablo bile, Sezer'in ne kadar başarılı bir Cumhurbaşkanı olduğunun kanıtıdır.

"İdeolojik" olarak karşı çıkanları, anlarım... "Siyaseten" eleştirenlerin haklı olduğu taraflar vardır, normal.
Ama...
Kırmızı ışıkta durduğu için, yalaka gazetecileri limuzinine bindirmediği için, Köşk'ün mutfağından ithal peyniri çıkardığı için, israf sevmediği için, akrabalarını zengin etmediği için, ayıp denilen kavramın farkında olduğu için, Beyaz Saray'a gidip akıl sormadığı için
"vizyonsuz" deniyorsa...
Hâlâ bu kadar saldırılıyorsa...
Memleketteki utanmazların, ne kadar cesur, arsız ve cüretkâr olduğunun da kanıtıdır.


                                    LAİKLİK


En etkili ve önemli ilke kesinlikle bu ilkedir. Aslında bu sözcüğün anlamı din ile siyaseti ve dolayısıyla da din ile kamu yaşamını birbirinden ayırmaktır. Osmanlı İmparatorluğu zamanında siyaset dinin emrine sokulmuştu. Hatta bazan din de siyasetin emrine sokulabiliyordu. Bunun böyle olmasındaki tarihsel neden, İslam dininin kurucusunun hem siyasî ve hem de dinî lider olmasından ve bunun yıllardan beri bir gelenek haline getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır

Akla hemen şu soru gelebilir: „Mustafa Kemal’in kamu yaşamıyla dini birbirinden ayırması kararı nereden kaynaklanmıştır?“ diye.  Burada bir din düşmanlığından sözetmek tamamen yanlış olur. Çünkü Laiklik din karşıtı bir ilke değildir. Din, kişinin özel yaşamının bir parçasıdır. Laikliğe göre, insan yaşamında ibadetin dışında her türlü tasarruf, dîne, daha doğrusu kutsal kitaba göre d e ğ i l, Anayasaya, yasalara ve kurallara göre yapılır.

Devlet yaşamında, hukukta, aile yaşamında, kültürde, eğitimde v.s. artık laiklik ilkesi ana temeldir. O’nu bu karara iten amaç dinî değil, siyasîdir. Bunun gerçekleşmesi için de önce siyasetin dinin emrinden kurtarılması zorunluydu. Mustafa Kemal henüz genç bir subayken şu kanaate varmıştı: „Mevzuatını ve hareket tarzını Kuran’dan ve hadisten alan bir devlet, bilimin ve çağdaşlığın gerisinde kalır.“

Bir ülkenin, çağı yakalamış olan ülkelerle boyölçüşebilmesi, onların arasında sürekli olarak sesini duyurabilmesi, o ülke yurttaşlarının aklını kullanmasına ve bilime öncelik vermesine engel teşkil eden kurum ve kuralların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilirdi. Mustafa Kemal bu gerçeği gözönünde bulundurmuş ve bazı çağdaşlık değerlerini – savaşta düşmanı olmasına karşın – Batılı ülkelerden almıştır.

O, 1924 yılında yaptığı bir konuşmada „Dünya yüzündeki her şey için, maddî ve manevî her şey için, yaşam için ve başarı için en doğru yol gösterici bilimdir, tekniktir“. „Bilimin ve tekniğin dışında yol gösterici aramak, düşüncesizliktir, bilgisizliktir, yanlıştır“, demiştir.

Bilime ve tekniğe öncelik verme konusunda  asıl engeli  oluşturan Hilafet, Halife‘nin şahsında siyasî ve dinî temsilcilik bulmuştu. Bunu ortadan kaldırma planı,  hem yurt içinde ve hem de yurt dışında karşıt güçlerin direnişiyle karşı karşıya kalmıştır.

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, dış güçlerin bu konudaki planlarının Türkiye’nin içişlerine karışmak olduğunu saptayarak, 1 Kasım 1922‘de Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi, enerjik bir şekilde Hilafet yanlılarına karşı çıkması sonucu, 3 Mart 1924‘te Hilfet’in kaldırılması büyük bir çoğunlukla gerçekleştirilmiştir.

Böylece, Şeyhülislamlık, dinî mahkemeler ve fetva usulü, dervişlik nişanı, medreseler de kaldırılmıştır.

1928 yılında, Anayasa’daki „Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dini Islamdır“ maddesi kaldırılmıştır. Böylece din ve mezhep ayrılığını kurumlaştıran yasalara son verilmiş ve önce devlet laikleştirilmiştir. Yani, laik devlet, bundan böyle meşruluğunu ne Tanrı’dan ne de kişiden alacaktır; ancak ve sadece ulusal yönetimden alacaktır; planlanan devrimler birer birer  gerçekleştirilecektir: Eşit haklar, uygarlığa giden yolun açılması, eğitim birliğinin sağlanması, tek evlilik v.s.

Özellikle Latin harflerinden oluşan yeni Türk alfabesi üç amaca hizmet edecektir:
 

  1. Yazı ve Konuşma dilinin herkes için aynı olması,
  2. Sesli harfler açısından zengin olan Türk diline en uygun yazı çeşidinin seçilmiş olması,
  3. Dünyanın büyük bir bölümüyle iletişimin kolayca sağlanabilmesi...

Bu yenilikler olağanüstü bir tempoyla ama sadece okulda değil, okul dışı alanlarda da gerçekleştirildi. Mustafa Kemal’in eğitim ve öğretime verdiği önem o kadar açıktırki, kendisi bizzat yeni harflerle dersler vermiştir.

Türk Dilinin yabancı sözcüklerden arındırılması 1932 yılında kurulan „Türk Dil Kurumu“ ile akademik bir seviyede de desteklendi.  Bir yıl önce de „Türk Tarih Kurumu“ gerçekleştirilmişti. Bu kurumlar gerek „kültürel kimlik“ ve gerekse „ulusal kimlik“ bakımından da önemli görevler yapmışlardır, ve Mustafa  Kemal’in özel vasiyetnamesinde yer almışlardır.

Laik devlete giden yolda en büyük engellerden birini Şeriat mahkemeleri oluşturmuştur. Bu mahkemelerin kaldırılmasından sonra, Türk Medenî Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve Borçlar Kanunu  çıkartılarak, devletin temeli Batı Hukuk Sistemine oturtulmuştur.

Bundan böyle, Türkiye Cumhuriyeti’nde bireylerin ilişkisini, yurttaş-devlet ilişkisini düzenleyen hükümlerin yasalaştırılması TBMM’ne, uygulaması da T.C. hükümetine ait olmuştur.

Artık her bakımdan özgürlüğüne kavuşturulan bir toplumun fertlerinin dış görünüşüyle de uygar olması gerekirdi. Bu nedenle Türk toplumu, fes, sarık, çarşaf, peçe gibi dinsel olduğu sanılan baş ve beden giysilerinden de kurtarıldı.

Bilmek Lazım

 

 

Türk Telekom, Arap'ın.
Telsim İngiliz'in.
Kuşadası Limanı İsrailli'nin.
İzmir Limanı Hong Konglunun.. .
Araç muayene işi Alman'ın.
Başak Sigorta Fransız'ın.
Adabank Kuveytlinin.
İETT Garajı Dubailinin.
Avea Lübnanlının.
Petkim? Ermeni'nin. (Kazak'a sattık, dediler. Kazağı bi çıkardık.. Ermeni kaldı...)
Rakı , Amerikalının.
Finansbank Yunanlının...
Oyakbank Hollandalının.
Denizbank Belçikalının.
Türkiye Finans Kuveytlinin.
TEB Fransız'ın.
Cbank İsrailli'nin.
MNG Bank Lübnanlının.
Alternatif Bank Yunanlının.
Dışbank Hollandalının.
Şekerbank Kazak'ın.
Yapı Kredi'nin yarısı İtalyan'ın.
Türkcell’in yarısı Finlinin Rus'un.
Beymen'in yarısı Amerikalının.
Enerjisa'nın yarısı Avusturyalını n.
Garanti'nin yarısı Amerikalının.
Eczacıbaşı İlaç, Çek'in.
İzocam, Fransız'ın.
TGRT(Fox) Amerikalının.
Demirdöküm Alman'ın.
Döktaş Fransız'ın.
Süper FM Kanadalının.

 

Hepsi TÜRKtü.
Sadece 4.5 yıl önce.

 

Çok önemli....

 

ASIL DEGERİ 9 (DOKUZ) TRİLYON DOLAR, DİKKAT 9 MİLYAR VEYA 9
MİLYON DEĞİL, 9 TRİLYON DOLAR...

ABD SADECE 40 KIRK MİLYON DOLARA KAPATACAK.

HEPİNİZİN BİLDİĞİ GİBİ ETİBANK ÖZELLESTİRİLECEK. (VE ALICISI AMERIKA :-)

VE BOR İŞLETMELERİ ETIBANK BÜNYESİNDE. KONULAN FİYAT 40
MİLYON $. LÜTFEN BİR DAHA OKUYUN VE LÜTFEN HERKESE İLETİN...

YASADIĞIN DÜNYAYI SORGULAYAMIYORSAN, BARI ÜLKENİ SORGULA.....

Önemli! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ! ..

Borla çalışan araba üretildi, Türkiye kıskaçta. Arabayı bor madeniyle
çalıştıracak patentli 600 proje olduğu ortaya çıktı. Türkiye, dünya
rezervinin yüzde 70`ine sahip ve uluslararası teröristler, Türkiye uyanmadan
bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyor.

 

Bu maili çoklu yollayarak en azından bir
toplum bilinci oluşmasana yardim edebiliriz...

 

ya da direkt silin..

TMMOB
ÇEVRE MÜHENDİSLERİ ODASI
İSTANBUL ŞUBESİ

Bu gerçekleri hepimizin bilmesi, önümüzdeki günlerde gelişecek 
olayları algılamamız açısından önemli olur diye düşünüyorum.
Sevgi ve saygılarımla. 
 
 
GİZLİ SAVAŞIN ŞEHİTLERİ !!!...
 
 
 
Önce Uğur Mumcu öldürüldü…
 
Uğur Mumcu’da ‘GİZLİ’ bir dosya vardı ve bu dosya onun sonunu 
getirmişti. O dönemde Jandarma Genel Komutanı olan Eşref Bitlis’e 
konuyla ilgili düşünceleri sorulması üzerine Eşref Paşa, ‘Konuşulacak 
şeyler, zamanı gelince konuşulur…’ dedi. Eşref Bitlis Paşanın 
kadrosunun daha sonra başına gelmedik iş kalmadı!!!.
 
Hiçbir cinayet sonsuza kadar saklanamaz!
 
Şehit olan subaylarımızın ölümlerinde bir çok soru işareti 
bulunmaktadır. 
Şimdi, bu güne kadar hiçbir şekilde tartışılmayan, hatta kamuoyunun 
hiç duymadığı başka bir ölüm olayını aktaracağım.
 
 
 
 
 
Önce Uğur Mumcu öldürüldü… 
 
 
Uğur Mumcu’da ‘GİZLİ’ bir dosya vardı ve bu dosya onun sonunu 
getirmişti. Mumcu’nun öldürülmesi Kürt dosyası’na bağlandı. Çetin 
Yetkin, Mumcu öldürülmeden kısa bir süre önce yine o dönemde önemli 
davalara bakan bir savcı ile birlikte onu evinde ziyaret etmişti. Bir 
gün bakarsınız o dönemde savcı olan Çetin Yetkin bu işin karanlıkta 
kalan yönünü aydınlatacak açıklamalarda bulunur. Kim bilir? 
Mumcu suikastının ardından basında çıkan haberlerin tek odak noktası 
da bu ‘Kürt Dosyası’ oldu.
 
 
Mumcu suikastından bir süre sonrada, Talabani’ye 100 bin silah 
gönderildiği haberleri gazete sayfalarına düşmeye başladı. O dönemde 
Jandarma Genel Komutanı olan Eşref Bitlis’e konuyla ilgili 
düşünceleri sorulması üzerine Eşref Paşa, ‘Konuşulacak şeyler, zamanı 
gelince konuşulur…’ dedi.
 
 
 
Orgeneral Eşref Bitlis, PKK’ya karşı savaşmaları için 100 bin silahın 
(bedava olarak) Talabani’ye verilmesi fikrine karşı olumsuz bir rapor 
hazırlamıştı. Şehit paşamızın o raporda neler yazdığını Genelkurmay 
Başkanlığındayken görev süresi ısrarla bir yıl daha uzatılan ve 
görevi bittikten sonrada Tansu Çiller’in partisinden Kilis 
Milletvekili seçtirilen Doğan Güreş çok iyi biliyor. 
 
 
Bu gün; Talabani - Barzani- PKK üçlüsünün ABD’nin Türkiye’yi 
parçalama (Federasyona dönüştürme) planındaki rollerini görünce, 
Eşref Paşanın Talabani’ye silah verilmesine karşı çıkmakta ne kadar 
haklı olduğu ortadadır.
 
 
 
Tabii o günlerde, bu 100 bin silah Talabani ve PKK’a arasında pay 
edilmişti. PKK terörünü bitirmek, Talabani ve Barzani denen soysuz 
takımını hizaya getirmek için yılmadan mücadele eden Eşref Bitlis 
Paşanın kadrosunun daha sonra başına gelmedik iş kalmadı.
 
 
Bahtiyar Aydın Paşa kafasından vurularak şehit edildi. Ertesi gün 
gazetelere yansıyan haberlere göre, Kanas silahla uzaktan ateş eden 
PKK’lılar Paşamızı öldürmüştü. Oysa bu suikastın, o şartlarda Kanas 
silahla yapılamayacağını birazcık silah bilgisi olan herkes bilir. 
Nitekim daha sonra, yine gazetelere yansıyan haberlerde Paşanın 
ölümüne neden olan silahın 7.65 mm. çapında Baretta olduğu ve 
kafasının sağ tarafından girdiği ortaya çıktı.
 
 
 
Silahlı Kuvvetler Günü’ne 15 gün kala, Mardin Jandarma Alay Komutanı 
Rıdvan Özden’de öldürüldü… 
 
 
Şehit Albay Rıdavan Özden’in ölüm tutanağında:
 
 
 
‘Baş bölgesinin yapılan muayenesinde, sol kaşın altı santim 
yukarısında bir çarpı bir santim ebadında mermi çekirdeği giriş 
deliği, yine kafatasında, arka kısmında oksipital bölgenin orta 
kısmında dört çarpı dört santim ebadında açık parça çıkış deliği 
olduğu görüldü..’
 
 
 
deniliyordu. 
 
 
Oysa, Şehit Albay Rıdvan Özden’in ağabeyi Nazmi Özden, kardeşinin 
naşını gördüğünü belirterek, ölüm Raporu’nun tam tersini söylüyordu;
 
 
 
Olaydan sonra Alay Komutan yardımcısı ile konuşmuştum. O 
da, ‘saçlarının başladığı yerden vuruldu..’ dediği halde, başında bir 
kurşun giriş deliği göremedim. Hatta ellerimle yokladım. Yüzü 
kafasının tepesine kadar temizdi, kafasının arka tarafı kanlı pamukla 
kaplıydı.. 
 
 
 
Şehit Albay Rıdvan Özden’in beyin cerrahı olan bir akrabasının 
söyledikleri ise yaşananları daha bir vahim boyutuyla gözler önüne 
seriyordu;
 
Bir hekim olarak nasıl öldüğünü merak ettim ve yara yerini 
araştırdım. Mermi giriş deliği göremedim. 3-4 dakika baktım, hatta 
ellerimle alnına özellikle bastırdım, bir çukur var mı diye, yoktu. 
Rapor beni tatmin etmiyor. Bu durum midemi bulandırıyor. Cesette bir 
beyin tomografisi çekilirse, durum aydınlanır. Hiçbir şüphe kalmaz.. 
Başın arka kısmı kanlı pamuklarla kaplıydı. Belki kurşun yandan 
geldi, kafanın arkasını alıp götürdü. Belki de arkadan sert bir cisim 
çarptı..’
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Bu olay böylece kapandı..
 
Fakat hiç kapanmayan bir hesaplaşma var ve bitecek gibide görünmüyor. 
Bu hesaplaşmanın taraflarından biri ordumuzun seçkin subaylarıdır. 
Diğer tarafın kim ya da kimler olduğu da artık netleşmeye başladı. 
Kim mi? 
Kim olacak, ‘Kürt Sorunu var ve çözeceğiz’ diyenler ve onların 
arkasındaki güçler. Düşman öyle sinsi ve karanlıkta duruyordu ki, 
tanımı bu güne kadar yapılamamıştı. Yapılmamıştı!.
 
 
 
 
İşte onlar bu gün fütursuzca ortaya çıktılar artık. Önce Türk 
olduklarını reddedip Türkiyeli olduklarını söylediler sonra da Kürt 
sorunu var dediler.
 
 
 
Ne güzel değil mi?
 
 
 
Gözümüzün içine baka baka ‘Sessiz devrim yaptık’ diyorlar.
 
 
 
Bazı muhteremlerde bunları sadece seyrediyor.. Yazıklar olsun 
hepinize!!!
 
 
 
Adamlar, ‘devrim yaptık ama daha tamamlamadık’ diyorlar... 
İleri.. Biraz daha ileri.. demeleri bundan! 
 
 
İleri.. Biraz daha ileri gidin de sizi ne sürprizler bekliyor görün 
bakalım…
 
 
Kürt sorunu var diyenlerin peşine takılanlar terörist leşlerini 
devletin araçlarıyla taşıyorlar ve o leşe ‘bizim şehidimiz’ diyorlar. 
İtten şehit olsaydı Kıtmir’in türbesi olurdu. PKK paçavralarını 
sallayanlara, leşlerini şehit diye adlandıranlara kimse bir şey 
diyemediği için suçluların cezasını halk vermeye başladı. Trabzon’da, 
Samsunda ve diğer yerlerde neler olduğunu gördük. 
 
 
Jandarma Genel komutanlığı Kurmay Başkanlığı’ndan emekli olan 
Korgeneral İsmail Selen Paşa’da emekli olmasının ardından kısa bir 
süre sonra öldürüldü…
 
 
Ülkesinin çıkarlarını her şeyden üstün gören ve Mustafa Kemal 
Atatürk’ün ilkelerinden asla taviz vermeyen subaylarımız bir bir 
katledildi. Şehit edilen komutanlarımızın ardından bir yığın şaibeli 
dedikodular çıkartan fesat yuvalarının veledi zinaları, Silahlı 
Kuvvetlerimiz hakkında iftira yaymakta birbirleriyle yarışıyordu. 
Şehit komutanlarımız hakkında herkes bir şey söyledi ve ortalığı 
bulandırıp kenara çekildiler. 
 
Her ne denirse densin, ölüm olaylarının ardındaki gerçekler açığa 
çıkarılamadı. Kısacası Ordumuza karşı ilan edilmemiş bir harp olduğu 
gün gibi gerçektir. Ve bu savaşın şehitleri, katillerden hesap 
soruluncaya kadar, sinsi düşmanlar deşifre edilip yok edilinceye 
kadar rahat uyuyamayacaklardır. 
 
Şubat 1993 yılında Eşref Bitlis uçak kazasında(?) şehit oldu.
 
 
Jandarma Genel komutanı Orgeneral Eşref Bitlis’in uçağının Ankara 
Yenimahalle PTT İşletme Müdürlüğü’nün bahçesine düşmesinin ardından 
ilk açıklama o dönem Genelkurmay Başkanı olan Doğan Güreş’ten geldi. 
Ortada hiçbir bilimsel ve teknik araştırma yokken uçağın 
düşmesini, ‘Ani buzlanma..’ olarak açıklayıverdi.
 
 
Daha sonra yapılan araştırma ve incelemelerde uçağın düşme 
nedeninin ‘ani buzlanma’ olmadığı ortaya çıktı.
 
 
İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’nin 
Öğretim üyeleri Prof.Oğuz Borat, Prof. A. Nuri Yüksel ve Doç. Zahit 
Mecitoğlu’nun yaptığı inceleme sonucunda hazırladıkları Bilirkişi 
Raporuna göre,
 
 
 
‘..olayın kaza olmadığı.., ..uçağın motorlardaki buzlanma sonucu 
düşmediği.., ..pilotların kusurlu olmadığı.., ..motorda ve uçak 
yapımında hata olmadığı..’ belirlendiği, sabotaj ihtimalinin ciddi 
olduğu ve bu yönde kanıtlar bulunmasına karşın araştırılmadığı..’
 
 
 
 belirtildi.
 
 
 
İddianın sahipleri sıradan insanlar değil. Her biri konusunda uzman 
ve bu kazayı bilirkişi olarak araştıran Profesörler. 
 
Hiçbir cinayet sonsuza kadar saklanamaz!
 
 
 
Şehit olan subaylarımızın ölümlerinde bir çok soru işareti 
bulunmaktadır. 
Şimdi, bu güne kadar hiçbir şekilde tartışılmayan, hatta kamuoyunun 
hiç duymadığı başka bir ölüm olayına aktaracağım. 
 
Tuğgeneral Zeki Durlanık.. 
Görevi : Askeri Ateşe ve Koordinasyon Kurulu Başkanı.. 
Şehit olduğunda görev yaptığı yer : Salyanski Kışlası –Bakü -
Azerbaycan.. 
 
 
Tuğgeneral Zeki Durlanık, Albay rütbesiyle görev yaptığı Güneydoğu 
bölgesinde oldukça başarılı bir komutandı.
 
Teröristlerin yola döşediği bir mayının patlamasıyla yaralandı. 
Hastanede yattığı sıralarda ziyaretçi gibi gelen bir teröristin 
suikastından kurtuldu.
 
Tedavisi bittikten sonra görev yerine döndü ve PKK’lı hainlerin 
korkulu rüyası da tekrar başlamış oldu.
 
Cudi Dağında yapılan bir operasyonda yakalanan teröristlerin içinde, 
kendisini hastanedeyken öldürmeye gelen suikastçıda vardı.
 
Türkiye’nin kanayan yarası haline getirilen ve ‘Kürt sorunu’ olarak 
isimlendirilen, katiller sürüsünün sinsi cinayetlerini önlemek 
için ‘sürekli çözüm’ olacak önemli çalışmalara öncülük etti.
 
 
1998 yılında Tuğgeneralliğe terfi etti ve Azerbaycan’a gitti. Yeni 
görev yeri, kelimenin tam anlamıyla Sırat’ın korkuluksuz köprüsünde 
koşmaktan farksızdı.
 
 
Petrol savaşlarının ve uluslararası güç gösterisinin odak noktası 
olan Azerbaycan’da görev yapmak, bıçağın keskin tarafını yaşamla 
bilemektir. Dünya devletlerinin ajanları tarafından kurulan türlü 
tuzaklara düşmeden varlığını sürdürürken, ülkenin onurunu koruyarak 
başarıyı yakalamak mayın tarlasında yürümekten bin kat daha zordur. 
 
 
Zeki Durlanık Paşa Azerbaycan’da askeri konularda verdiği çabalar 
diğer ülkelerin açık ve gizli görevlilerini telaşlandırmaya yetmişti. 
Çünkü, onların Azerbaycan’ı ele geçirme, hakimiyet kurma planları 
suya düşmeye başlamıştı. 
 
 
Durlanık Paşa, Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’i ağlatan bir gösteri 
düzenledi ve tarihinde ilk defa Türk Yıldızları yurtdışında gösteri 
gerçekleştirdi. İşte o gün Haydar Aliyev; “Paşa bizim askerlerimiz ne 
zaman böyle olacak..” diye sordu.
 
Zeki Durlanık Paşa bir ordunun bu başarıyı yakalaya bilmesinin 
şartlarını kısaca anlattı ve
 
“bunlar isteniyorsa askeri lise kurulması gerekir” dedi.
 
Aliyev bu teklifi kabul etti ve
 
“..ne gerekiyorsa hazırlayıp bana getirin imzalayayım.” dedi.
 
 
Azerbaycan ve Türkiye’yi bütünleştirerek Avrasya’da büyük bir güç 
oluşmasını sağlayacak bu karar hayata geçirildiği anda gerek ABD ve 
gerekse Avrupa ülkelerinin o bölgede hiçbir hakimiyeti kalmayacaktı.
 
Bütün bunların yanı sıra, planlanan Azerbaycan - Türkiye işbirliği, 
Büyük Ortadoğu Projesi’ni de bitirecekti. Çünkü BOP’un en vazgeçilmez 
kurallarından biri, ‘Türklük ve Atatürk’ izlerinin silinmesidir.
 
ABD ve AB, Türkiye’de Kemalist rejimi yıkmanın planlarını yaparlarken 
Azerbaycan’da, Türkiye Cumhuriyeti’nin kök salmasına ve Türk 
milliyetçiliğinin gelişmesine izin veremezdi. 
 
 
Tuğgeneral Zeki Durlanık bir sabah ansızın öldü! 
Doktorların ölüm raporlarında, ‘Kalp yetmezliği’ yazıyordu.
 
Bir başka raporda ise,
 
‘ ..otopsi sonucunda kalp damarlarının çatlaması sonucu vefat 
etmiştir..’ deniliyordu. 
 
Tuğgeneral Zeki Durlanık’a otopsi yapılmamıştı ama,
 
“..otopsi sonucunda kalp damarlarının çatlaması sonucu vefat 
etmiştir…” diyen bir rapor yazılmıştı.
 
 
 
Azerbaycan’da gerçekleştirilmesi planlanan ve şehit Tuğgeneral Zeki 
Durlanık tarafından geliştirilen Askeri Lise projesi ise uygulamaya 
konulmadı.. 
 
Adını andığımız tüm şehitlerimizin ölümündeki ortak nokta, her 
birinin ölüm raporları çelişkilerle dolu ve kuşkuludur.
 
Bunları açığa çıkartmak çok kolay olmasına rağmen her nedense şaibeli 
durum devam ediyor ve birileri hiç utanmadan Kürt sorunundan 
bahsediyor. 
Bu suikastların hepsinin arasında inanılmaz benzerlikler bulunmakta 
ve çok güçlü bir bağ var ancak ben henüz bu bağı çözemedim!..
 
 
 
 
 
A.İstihbarat

ERMENİLER 2 MİLYON OSMANLIYI ÖLDÜRDÜ

 

Monday, 22 June 2009 07:25 

ABD eski Başkanı Reagan’ın danışmanı Fein: “Beyaz Saray araştırma yaptı, Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeniler, kendi arşivlerini açmıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemiyor…” dedi. 

ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi. Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirten Fein, Reagan’ın başkan olduğu 1981′de bu konunun Beyaz Saray tarafından araştırıldığını ve iddiaların asılsız olduğunun belgelendiğini söyledi. İşte sözde Ermeni soykırımı konusunda Fein’in açıklamaları: 

“Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı “müthiş” sayılabilecek bir özen gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü. 

Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu araştırmalarla kanıtlandı. Burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.” 

 


 

 

AXA SIGORTA GRUBU ERMENILERE SOYKIRIM TAZMINATI ODEMEYI VADEDIYOR, AXA OYAK 
SIGORTALILARIN BILGISINE..


Geçtiğimiz günlerde dünyanın dört bir yanında 'sözde ermeni soykırımı' ile ilgili onlarca panel-konferans düzenlenmiş. *Bunların ana sponsorları kim 
biliyor musunuz? HSBC ve British Airways.... * Bizim ülkemizde bizden elde  ettikleri para ile bize karsı sözde ermeni soykırımını destekleyen bu  kuruluşlarla olan ilişkilerinizi gözden geçirmeye davet ediyorum. Saygılar.< /FONT>
 
 *VARSA HSBC HESAPLARINIZI KAPATIN VE ADVANTAGE KARTLARINIZI IPTAL EDIN…
 

 * EGE UNIVERSITESI HASTANEDEKI BUTUN DOKTORLARIN HSBC KREDI KARTLARINI VE
 HESAPLARINI KAPATTIRDIKLARINI GORUNCE BANKANIN GENEL MUDURLUGU OLAYA EL 

 KOYDU. AMA KIMSE VAZGECMEYINCE ADAMLAR TUTUSTU. BIR SURU FAKSLAR FALAN OZUR  YAZILARI. AMA BU SADECE BU HASTANE ILE SINIRLI KALMAMALI. ULKEMIZDE BIR SURU YATIRIM YAPIYORLAR, BIZIMLE IYI GECINMEK İSTIYORLARSA BIR TERCIH  YAPSINLAR. ERMENILER MI, TURKIYE MI? BENCE, HIC DUSUNMEYIN KARTLARINIZI 
 IPTAL ETTIRIN.

 

İsveç tarihi sözde Ermeni soykırımı iddialarını nasıl çürüttü?

20.04.2007 11:16

Ermenilerin sözde soykırım iddialarına bir yalanlama da İsveç tarihinden geldi. İsveç'te1917'de yayınlanan ve son günlerde ortaya çıkan "Nya Dagligt Allehanda" isimli İsveç gazetesinde, 1915 - 1917 arasında Ermenilerle yaşayan binbasi Hjalmar Pravitz'ın yazdığı yazıda sözde Ermeni soykırımının bir yalan olduğunu ortaya koydu. 
 
  
Yayınlanan mektubunda Binbaşı Pravitz, "Iran'dan, Türkiye'den geçerek (2 sene kalıyor) İsveç'e geldiğim zaman, Marika Stjerstedt'in "Ermenilerin Acınacak Durumu" adlı kitabını okudum. Baştan aşağı yalanlarla dolu olan kitabı hemen çöpe attım" derken, Ermenilerin arasında iki sene kaldığını, tamamem kendi gözlemlediklerini yazdığını kaydediyor.

Mektubunun devamında Binbasi Pravitz, "Her zaman sefilliğe şahit oldum. Ancak önceden planlanmış bir katliama hiç bir yerde şahit olmadım. Savaşın başında, güvenilmez Ermenilerin, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuzey kısmından sürülmelerinin sebebini kavramak ve Osmanlının zorunlu nedenlelerle bu işi yaptığını anlamak gerekiyordu. Ermenilerin bir çeşit Türk esareti altında yaşadıklarını ve sürekli baskı gördüklerini söyleyen ve yazanların yalan söylediklerini söylüyorum. Öte yandan söz konusu büyük Ermeni göçü hakkında, Türk yetkili kuruluşlarının göçmenlerin sıkıntılarını azaltmak için yaptıkları çabaların çok eksik ve yetersiz olduğunu itiraf etmek zorundayım. Ama hiç bir zaman bu talihsiz insanlara karşı bir Türk saldırısı görmedim. Bir görgü şahidi olarak, göçmenleri gözeten Türk jandarma birliklerinin Ermenilere katliam yaptığı iddialarına kesinlikle karşı çıkıyorum" diye yazıyor.

23 Nisan 1917 tarihli "Nya Dagligt Allehanda" Gazetesi'ndeki mektubun Türkçeleştirilmiş metni, şöyle:


"NYA DAGLIGT ALLEHANDA

(YENİ GÜNLÜK ÇEŞİTLİLİK GAZETESİ)

Pazartesi, 23 Nisan 1917"

"Aralarında bulunmuş olan birinin ağzından Ermenilerin durumu

İsveç'li bir subay, bayan Marika Stjernstedt'in yazdıklarını derinlemesine inceliyor.

"Geçenlerde yurt dışından (İran'dan) ülkeme döndüm. Biraz geç de olsa elime geçen Ermeni sorunu ile ilgili İsveç'te yazılmış iki kitabı inceleme fırsatını buldum. Bunlardan birincisi (Karl Gustav) Ossiannilsson'un "Soylu insan - Sven Hedin - ", ikincisi Marika Stjernstedt'in "Ermenilerin Acınacak Durumu".

"Birinci kitabı doğrudan çöpe attım. Sven Hedin'e karşı kötü, gizli manalı ifadeler beni, Dagens Nyheter gazetesindeki bir baş makale kadar bile ilgilendirmedi. İkinci kitapta verilmek istenen, Ermenilerin çektikleri acıların abartılı olarak ifade edilmesi. Bu kitabı sonuna kadar bir solukta okudum. İşte benim şimdi yapmak istediğim, olayları anlatmak ve bu iki kitaptaki yanlış ve çarpıklıkları ortaya çıkarmak.

"Ermenilerin sefaletini, benim kadar yakından başka hiç bir İsveçlinin görme ve inceleme fırsatı olmadığını söyleme cesaretini gösteriyorum. Bir aylık bir süre için bu zavallı göçmenlerin arasında yolculuk ettim ve bu yolculuk, her iki yazara göre iddia edilen katliamın gerçekleştiği 1915 yılının sonbaharının sonunda gerçekleşti.

"Yukarıdaki her iki çalışmada yazılanlarla söylenmek istenen, Türkler ve Almanların insanlık dışı ve barbarca davrandıkları şeklindedir. Ben, aşağıda tamamen kendi gözlemlerime göre gördüklerimi yazdım. Bunu yaparken, yukarıdaki bu iki yazarca okuyucuya verilmek istenen izlenimlerin, aslında doğru olmadığını anlatabilmeyi umut ediyorum.

"Kitapların içeriğinden anladığım kadarıyla, her iki yazar da hem Türklerin hem de Almanların bilinçli olarak saldırı ve katliam işlediklerini anlatmak istemişler. Yaşananların şahidi durumunda olmam, bana, bu gibi yalan iddiaları kınama hak ve yükümlülüğünü veriyor ve buna ek olarak kendi gördüklerim bu protestoyu güçlendiriyor.

"İşin gerçeğine bakarsak büyük ölçüde Almanların ve müttefiklerinin (Türkiye, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan) dostuyum. Öte taraftan tarafsız ülkenin (İsveç) vatandaşı olarak tutarlı olmak gerekiyor. İstanbul'dan Anadoluya doğru yolculuğuma başladığımda kulaklarım Amerikalı gezginlerin, zavallı Ermenilerin Türk efendileri tarafından nasıl katliama uğradığı şeklinde anlatılanlarla, yani önyargılarla doluydu. Tanrım! Nasıl bir kargaşa görecektim acaba ve nasıl bir zulme şahit olacaktım? Orta Doğu'da görevli olarak (İran Jandarma teşkilatını kurmak ve geliştirmek için) uzun yıllar yaşadığım için, Hıristiyan olduklarından dolayı, Ermenilerin Tanrı'nın en sevgili kulları olduğu şeklindeki görüşe katılmam kesinlikle mümkün değildir. Türklerin saldırıları ve isimsiz kurbanlar hakkındaki söylentilerin doğru olup olmadığını anlayabilmek için gözlerimi açmaya karar verdim.

"Her zaman sefilliğe şahit oldum. Ancak önceden planlanmış bir katliama hiçbir yerde şahit olmadım. Kesinlikle hayır. İşte bu nedenle gördüklerimi yazma gereği duydum.

"Savaşın başında, güvenilmez Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun kuzey kısmından güneye sürülmelerinin sebebini kavramak ve Türk hükümetinin zorunlu nedenlerle bu işi yaptığını anlamak gerekiyordu.

"Nefret ettikleri bölge yetkililerine karşı istila ordusu ile birlikte ortak bir saldırı yapmak için sadece Rusların gelmesini bekleyen tüm bu Ermeni yerleşim birimlerini Erzurum bölgesinden çıkarmak önemliydi ve gerekliydi. Erzurum, Şubat 1916'da düştüğünde, Rusya'da tutsak kaldığım sırada tutsaklığı paylaştığım bir Ermeni, bana şunları dedi: "Biz sürülmeyip Erzurum'da bırakılsaydık, Erzurum çok daha önceden düşerdi". Eğer güçlü dış düşmanlar tarafından tehdit edilen ve saldırıya uğrayan Türkiye gibi bir ülke, sinsi iç düşmanlara karşı kendini korumaya çalışıyorsa buna kimse karşı çıkamaz.

"Ermenilerin bir çeşit Türk esareti altında yaşadıklarını ve sürekli baskı gördüklerini iddia edenlerin kuruntu yaptığını düşünüyorum. Daha kötü durumda olan uluslar bulunmaktadır. Mesela İngiliz sömürgesi altında yaşayan Hint kulilerine ve Bengallilere, Rusların "penétration pacifique" (hissettirmeden ülkeye girme) politikası altında İran Azerbaycan'da yaşayan milliyetçilere ve Belçikalı Kongo'sundaki zencilere ve Fransa Guyana'daki Kauçuk bölgesinde yaşayan yerli halka ne demeli! Tüm bu uluslar, bence, Ermenilerin görmüş olduğu iddia edilen sürekli baskıdan ve verdikleri kurbanlardan çok daha fazla baskı görmüşlerdir. Kural olarak, bir ulusun sürekli ve bir nebze daha hafif bir zulme dayanması, kanlı ama hızlı bir şekilde biten bir zulme veya git gide Avrupa'nın dikkatini üzerine çeken, Ermeni sorunu olarak nitelendirilen sadece bir saldırıya dayanmasından çok daha zordur. Dönem dönem ortaya çıkan katliamlar bir yana bırakılırsa, - ki bu katliamların kuşkusuz büyük ölçüde nedeni yine Ermenilerdir -, Ermenilere oldukça iyi davranıldığını düşünüyorum. Kendi dinleri, kendi sözlü ve yazılı dilleri ve kendi okulları vs. hepsi var.

"Öte yandan sözkonusu büyük Ermeni göçü hakkında, Türk yetkili kuruluşlarının göçmenlerin sıkıntılarını azaltmak için yaptıkları çabaların çok eksik ve yetersiz olduğunu itiraf etmek durumundayım. Ancak işin doğrusunu söylemek gerekirse ve bir kez daha vurgulamak isterim ki, Türkiye'nin içinde bulunduğu zor koşullar, yani üç güçlü düşman tarafından saldırıya uğramış olduğu göz önüne alındığında, Türklerin böyle koşullarda organize bir yardım faaliyeti yürütmesi imkânsız olmuştur.

"Ben, "Tanin"in (Türk gazetesi) deyimiyle bu zavallı "göçmenleri - muhacirleri" çok yakından gördüm. Onları Anadolu'da trende, Konya'da ve başka yerlerde öküz arabalarında ve Toros dağlarında sayısız kafileler halinde yürürken, Tarsus ve Adana'da çadır kamplarında gördüm. Ayrıca Halep'te, Deir-el-Zor ve Ana'da gördüm.

"Yol kenarlarında ölmek üzere olanları ve ölüp kalanları gördüm. Ancak yüz binlerce insandan elbette ölenlerin olması normaldir. Çakallar tarafından parçalanmış çocuklar ve kollarını küçük bir parça "ekmek" için uzatan ve bağıran acınacak halde insanlar gördüm.

Ama hiçbir zaman bu talihsiz insanlara karşı bir Türk saldırısı görmedim. Bir keresinde bir Türk jandarmanın geçerken geride kalan bir kaç kişiyi kamçısıyla dövdüğünü gördüm. Ancak aynı davranışlara kendim Rusya'da da maruz kaldım ve bunun için ne o zaman ne de sonradan tepki gösterdim.

"Konya'da bir Fransız, bayan Soulié, ailesiyle ve İtalyan bir hizmetçi kadınla beraber oturuyordu. Savaşa rağmen orada oturuyorlardı ve Türkler onlara hiçbir şey yapmıyordu. Şehire Almanlar yerleştiklerinde bu bayan onları "bizim meleklerimiz" diye adlandırdı. "Sahip oldukları her şeyi Ermenilere verdiler!" Almanların yaşadığı yerlerde, Almanların fedakârlığını gösteren bu tarz kanıtları her yerde gördüm.

"Halep'te büyük bir otelin sahibi olan Ermeni Baron'a (Ermeni Erkek - Bay) konuk oldum. Kendisiyle hemşehrilerinin durumu üzerine birçok defa sohbet etmemize rağmen bana Türklerin katliamından hiç bahsetmedi. Ertesi gün Cemal Paşa ile bir görüşme yapacaktım. Bu nedenle Cemal Paşa hakkında konuştuk. Bir çok kişi tarafından bir cellat olduğu iddia edilmesine rağmen, Ermeni Baron bu ünlü adamdan çok olumlu olarak bansetti.

"Halep'te Ermeni bir hizmetkar ile tanıştım. Bu kişi daha sonra birkaç ay boyunca bana yol arkadaşlığı etti. Bu kişi ne Halep'te, ne de doğum yeri olan Maraş'ta veya başka bir yerde Türk katliamından tek kelime etmedi. Bayan Stjernstedt'in yazdığı abartılara kesinlikle inanmıyorum ve Ermeni otoritelerinin ileri sürdüklerine hiç mi hiç değer vermiyorum.

"Örneğin bayan Stjernstedt'in yazdığı kitabın 44. sayfasında Meskene kentinden ve bir Ermeni doktoru olan Turoyan'dan bahsediyor. Bu kişinin güya orada bulunduğu dönemde ben de Meskene'deydim. Tarihi yapıları görmek ve incelemek için etrafıma dikkatlice bakıyordum. Çünkü Büyük İskender buradan Fırat Nehri'ni geçmişti, dahası Tevrat'ta da bu yerden bahsediliyordu. Burada benim şimdi bahsettiğim Ermeni hizmetkarımdan başka hiç bir Ermeni'nin izine rastlamadım. Dr. Turayan'ın varlığı ve tanıklığını meselesine şüphe ile bakıyorum. Eğer böyle biri var olsa bile, belirtilen zamanda orda olduğundan dahi şüpheliyim. Eğer Meskene'deki koşullar gerçekten belirtildiği gibi olsaydı, şüpheci Türkler "hükümet görevlisi" olarak bir Ermeni'yi oraya yollarlar mıydı? Siz buna hiç inanır mısınız?

"On dört gün boyunca Fırat Nehri üzerinde yolculuk yaptım. Bu süre boyunca bayan Stjernstedt'in verdiği bilgilere göre en azından bir kez Ermenilere karşı yapılmış bir saldırı görmeliydim. Bu durumda bir çoğu Fırat Nehri'nin üzerinde ölü olarak yüzüyor olmalıydı. Bu nehir yolculuğunu Dr. Schacht (Alman Hekim Binbaşı Dr. Roland Schacht) ile birlikte yaptık. Daha sonra kendisiyle Bağdat'da yine buluştuk, konuştuk. Bana hiç böyle şeyler anlatmadı.

"Konuyu özetlersek, bayan Stjernstedt'in, hiç bir yönden eleştiri yapmadan, güvenilir olmayan kaynakların anlattıkları uydurma hikayeleri olduğu gibi kabul ettiğini ve bu saç baş yaran korkunç hikayeleri ve söylentileri, yazdıklarına dayanak olarak aldığını düşünüyorum. Ancak, bayan Stjernstedt'in, bu yazılarıyla Ermenilerin zor durumlarına dikkat çekmek istediğini de inkar etmek istemiyorum.

"Ancak, bir görgü şahidi olarak, göçmenleri gözeten düzenli Türk jandarma birliklerinin Ermenilere katliam yaptığı iddialarına kesinlikle karşı çıkıyorum.

"İleride, daha değişik bir yerde ve boyutta Ermeni konusunu, aynen şimdi olduğu gibi tamamıyla tarafsız olarak ele almak istiyorum. Ancak şu an için bu kadarını yeterli görüyorum."

"Rättvik, Nisan 1917

Hjalmar Pravitz"

Yukarıdaki gazete yazısının sonunda okunduğu gibi, İsveçli Binbaşı Pravitz, başka bir yerde bu konuda daha ayrıntılı bilgi vereceğini yazmış. Bunun üzerine acaba kendisi bir kitap yazmış mı diye baktığımızda, hakikaten de kütüphanelerde böyle bir kitap olduğunu gördük. Kitabın adı, "FRÅN PERSIEN, I STILTJE OCH STORM (Major Hjalmar Pravitz - Stockholm, Oktober 1918)". 1918 yılında basılmış. Kitabın 215 - 228 sayfaları arası, konuyla ilgili bölümü oluşturuyor.
 

      KABAK ÇEKİRDEĞİ MUCİZESİ

 

Kabak çekirdeği birçoğumuzun zevkle yediği bir kuruyemiş. Aslında yine  bir çoğumuzun da bilmediği bir sağlık kaynağı.

Kabak çekirdeği ciddi bir bağırsak kurdu düşürücüdür. Tuzsuz tüketildiğinde çok hızlı ve  etkili bir şekilde tenyanın dökülmesine neden olur. Bunun için çocuklarda 40g büyüklerde 100g tuzsuz kabak çekirdeği yeterlidir.

Kabak çekirdeğinin asıl mucizesi iyi huylu prostat büyümesi (BPH) ile ilgili. Şu an kabak çekirdeğinin BPH'ı azalttığı hatta önlediği tıbben kanıtlanmış ve kabul görmüş durumda. Yine BPH'la bağlantılı ortaya çıkabilecek idrar yolları bozukluklarına da faydalı. Bu mekanizma phystosterin denen bir madde sayesinde oluyor.
Kabak çekirdeği  karotenoid içeriyor. Yapılan araştırmalar karotenoidden zengin beslenen erkeklerin BPH  riskinin düşük olduğunu gösteriyor.

Kalın bağırsak kanseri riskini azaltıyor. Ayrıca içerdiği E vitamini ile hücre zarının>  oxide olarak bozulmasını önlüyor. Sağlıklı hücreler kanserde önemli rol oynuyor. Yine E  vitamini geç yaşlanmamızı ve yaşlılığımızı genç gibi geçirmemizi sağlıyor. 
Lif içeriği de kanserle işlikli. Lifli gıdalar kabızlık sorununu ortadan kaldırıyor. Su tutup  şişerek tokluk hissi veriyor. Bu sayede hem bağırsaklar normal çalışıp sıkıntı yaratmıyor hem de diet yapmış oluyorsunuz. Ama en önemlisi kabızlık önlenince  antioksidan yani kanser yapan maddeler bağırsaklarda daha az kalıyor bu  da kanser  riskini azaltıyor.

Kabak çekirdeği mineraller, esansiyel yağlar ve proteinler bakımından zengin. Ayrıca  içinde kemikler ve iştah için önemli bir madde çinko var. Bir bardak kabak çekirdeği  günlük çinko, demir ve E vitamini ihtiyacımızın tamamını, yarım bardak kabak çekirdeği  ise günlük magnezyum ihtiyacımızın tamamını karşılıyor.
Omega 3 ve omega 6 içeriği beyin  fonksiyonları nın düzenlenmesine yardımcı oluyor. Zihinsel gelişimi olumlu yönde  etkiliyor. Arjinin adlı amino asit sayesinde nitrit oksik oluşumu ile damarların  esnemesi ile ereksiyon ve kalp problemlerinde kullanılma potansiyeli  yüksek olduğundan  bu alanla ilaç yapım çalışmaları sürüyor.


Fosfor içeriyor. Fosfor kemik oluşumuna yardımcı oluyor, böbrek fonksiyonları nı düzenliyor. Sağlıklı kemikler kemik kanseri riskinin azalması anlamına geliyor.
Özellikle erkeklerde belirli bir yaştan sonra ortaya çıkan kemik  erimesini önlüyor yahut  azaltıyor.

Doymamış yağ oranı yüksek olduğundan kandaki trigliseridi düşürüyor yani kolesterol  sıkıntısının çözülmesine yardımcı oluyor. Yine bu mantıkla ve phystosterin maddesinin de  yardımıyla damar kanserine iyi geliyor.
 
Sağlıklı günler.




HAYAT NEDİR ?
 
Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu yanında bir mektup ile hediye olarak Pers İmparatoruna göndermiştir. Mektubunda oyunla ilgili hiç bir açıklama yapmazken söyle bir mesaj yazmıştır;
 
'Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır. İşte hayat budur...'
 
Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Buzur Mehir ile bu mesaji paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister.
 
Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve oyunu çözer daha sonra da on günde tavlayı icad eder ve imparatora sunar.
 
Pers imparatorunun başveziri Buzur Mehir tarafından 1400 yıl önce tasarlanan tavla oyunu; dünyanın en popüler oyunlarından biridir.
 
Zaman kavramından alınan ilhamla tasarlanan oyunun zamana böylesine direnmesi son derece etkileyici.
Senenin birliği olarak tavla bir tanedir. 4 köşesi 4 mevsimi, tavlanın içindeki karşılıklı  6'sar hane 12 ayı, pulların toplamı ayin 30 gününü, siyah-beyaz pullar gece ve gündüzü, karşılıklı 12'ser hane günün 24 saatini simgeler ..
 
Hint İmparatoruna satranca karşılık olmak üzere tasarlanan tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere şöyle bir mesaj hazırlanır :
 
'Evet, Kim daha çok düşünüyor, Kim daha iyi biliyor, Kim daha ileriyi görüyorsa O kazanır.
AMA BIRAZ DA SANS GEREKİR.
İşte hayat budur...


 

ÇOCUKLARIMIZIN EĞİTİMİ

Çocuklar Gelişim Özelliklerine Göre Eğitilmelidir, Ailede İyi Bir İletişim Ortamı Oluşturulmalıdır, İyi Bir Dinleyici Olunmalıdır, Ahlâk Eğitimine, Çocuğun Doğum Anında Başlanmalıdır, Dengeli Bir Disiplin Sahibi Olunmalıdır, Bireysel Ayrılıklar Dikkate Alınmalıdır, Ödül ve Ceza Yerinde Kullanılmalıdır, Çocuk Rüşvete Alıştırılmamalıdır, Kuşak Çatışmasına Dikkat Edilmelidir, Çocuğa İyi Örnek / Model Olunmalıdır, Somut Örnekler Gösterilmeli ve Fırsatlar Oluşturulmalıdır, Aile Bireyleri Birlikte Hareket Etmelidir, İyi Arkadaş Edinmesi Sağlanmalıdır, Arkadaşlarıyla İyi Geçinmesi Gerektiği Öğretilmelidir, Kitle İletişim Araçlarının Zararlarından Korunmalıdır, Çocuk Okulda da Takip Edilmelidir, Ahlâkî Davranışlar Hakkında Bilgi Verilip Açıklama Yapılmalıdıri, Vicdan ve Özdenetim Kazandırılmalıdır, Çocuk, Karşı Cinsin Kimliğine Özendirilmemelidir, Çocuk, Aşağılanmaktan, Olumsuz Sıfat ve Tanımlamalardan Uzak Tutulmalıdır, Çocuğa İyi Bir Benlik Kazandırılmalıdır, Çocuğa Kendine Güven Duygusu Kazandırılmalıdır, Çocuk Kandırılmamalı Verilen Söz Tutulmalıdır, Başkalarıyla Konuşurken de Çocuklar Eğitilmelidir, Çocuğun Eğitimi Sadece Anneye Bırakılmamalıdır, Çocuk Daha Küçükken Kitapla Tanıştırılmalıdır, Çocuğa Her Şeyi Yasaklamak Yerine Alternatifler Sunulmalıdır, Çocukla Birlikte Geçirecek Vakit Ayrılmalıdır, Kardeş Kıskançlığına Meydan Verilmemelidir, Çocuk, Başkalarıyla Kıyaslanmamalıdır, Sevgi ve Şefkatle Davranılmalıdır, Hoşgörülü ve Yumuşak Davranılmalıdır, Ahlâkî Davranışların Oluşması Çerçevesinde Sorumluluk Verilmelidir, Ahlâkî Davranışların Alışkanlık Hâline Getirilmesine Çalışılmalıdır, Çocuğun İradesi Güçlendirilmelidir, İstekler Bağırıp Çağırılmadan İletilmeye Çalışılmalıdır, Çocuğun İyi, Doğru, Güzel Davranışları Teşvik Edilmelidir, İstenmeyen Davranışlar Düzeltilmelidir, Çocuklar Yaptığı Davranışlar Üzerine Düşündürülmelidir, Çocuğun Yaşına Uygun Olmayan Kurallar Koyulmamalıdır, Makul Olmayan İsteklerde Bulunulmamalıdır, Çocuğun Duyguları Anlaşılmaya Çalışılmalıdır, Çocuğun Duygularını İfade Etmesine İmkan Verilmelidir, Çocuğun Duygularını Kontrol Etmesi Öğretilmelidir,Çocuğun Temel Eğilimleri ve Duyguları Yönlendirilmelidir, Toplumsal Duygular Zaafa Dönüştürülmemelidir, Ahlâk Eğitimi Gerçek Hayatı Unutturmamalıdır, Kendine ve Başkasına Duyulan Saygı Artırılmalıdır, Yüksek ve İnce Duygulara Yönlendirilmelidir, Çocuğun İdeal, Mutlu, Uslu Bir Çocuk Olmasını Beklemekten Vazgeçmelidir, Makul Olmayan İsteklerde Bulunulmamalıdır, Çocuktan Uslu Duracağına Dair Söz İstenmemelidir, Çocukların Oyunları Ahlâk Eğitiminde Değerlendirilmelidir, Gerektiğinde Özür Dilemesi ve Özür Dileyeni Bağışlaması Gerektiği Öğretilmelidir, Çocukların Soruları Ciddiye Alınmalıdır, Çocuklar Yavaş Yavaş İş Yapmaya Alıştırılmalıdır, Çocukların Korkuları Küçümsenmemelidir, Örnek Alabileceği Kahraman ve İdealler Gösterilmelidir, Hikaye ve Masallardan Yararlanılmalıdır, Atasözleri ve Veciz Sözlerden Yararlanılmalıdır, Çocuğun Bazı Şeyleri Kendisinin Deneyerek Öğrenmesine Fırsat Vererek Girişimciliği Desteklenmelidir, İyinin, Güzelin, Başarının Zevki Tattırılmalı, Kötünün, Yanlışın Zevki Tattırılmamalıdır, Yapılması İstenen Şeyler Üzerinde Durmalı, Yapılması İstenmeyen Şeylerle İlgilenmiyormuş Gibi Görünülmelidir, Sıradan Olaylar Ahlâkî İlkelere Götüren İbret Derslerine Dönüştürülmelidir, Yılmadan Sabırla Eğitime Devam Edilmelidir, Çocuk Tehdit Edilmemelidir, Çocuk Şiddetten Korunmalıdır, Çocuğun Öfke ve Huysuzlukları Soğukkanlılıkla Karşılanmalıdır, Kişinin Özgürlüğü İle Toplumun Kuralları Arasında Denge Sağlanmalıdır, Anne Baba, Bazı Duygularından ve Davranışlarından Dolayı Hep Kendini Kötüleyip Suçlamamalıdır, Çocuk Yetiştirme Yöntemlerine Körükörüne Bağlanılmamalıdır. "Mehmet Zeki AYDIN"

 

SABİHA GÖKÇEN anlatıyor:

Gazi Çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rasladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- Merhaba nine
Kadın Ata'nin yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- Merhaba dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp,
- Neden sordun ki, dedi. Buralarin sahabisi misin? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı.
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mihtar bana bilet aldi trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da....Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mihtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
- Tövbe de bey tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki...O bizim vatanımızı kurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! Demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek,
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır...Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü Ata'nin ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
- Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm. Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi;
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.

Mustafa Bilge Işıktürk
Mustafa Kemal Nasıl "Atatürk" Oldu



 
 

HARF DEVRİMİ VE ÇARŞAFLI KADIN

Halk Partisi Gülhane Parkında açık hava balosu düzenlemişti.Atatürk Harf Devrimini ilk kez o baloda ilan etti.Büyükada'daki yat kulubüne gitmek üzere geceyarısı Gülhane Parkından ayrılıyorduk.Kendisini uğurlayan halk arasında Atatürk'ün gözüne çarşaflı bir kadın ilişti. Kadın sımsıkı bir çarşaf giymişti.Yalnız bir gözü açıktı.Atatürk hemen o kadına doğru gitti ve ikisi konuşmaya başladı.
-Hanımefendi adınız nedir?
-Hafız Hanım..
-Nerelisiniz?
-Eyüplüyüm.
-Hafız Hanım, benim hatırım için başınızdaki şu siyah örtüyü atıp etrafı daha rahat görmek istemez misin?
Atatürk bu sözleri söyler söylemez, kadın hiç cevap vermeden iki eliyle sımsıkı sarıldığı çarşafını başından çıkarıp attı.
-Sana kurban olurum diyerek, Atatürk'ün eline sarılıp öptü.
Bu olay halkı müthiş coşturdu. Atatürk birdenbire kendini kalabalığın ortasında buldu.Korunması için alınan önlemlerin hepsi boşa gitmiş, polis ve jandarma bile kalabalık arasında kaybolmuştu.Halk O'nu, Dağ başını duman almış marşı ile uğurluyor, Atatürk'te halkla birlikte marş söyleyerek yürüyordu.
Kaynak: Kılıç Ali'nin Anıları(Derleyen:Hulusi Turgut)



 

DEVLET VE YARGI

İngiltere'de yargıya rüşvet karışmaması için yargıçların sınırsız banka hesapları vardır.Böylece parayla-pulla hiçbir hakimi satın alamazsınız. İngiltere'deki bu sistemle ilgili bir hikayeyi nakletmek istiyorum.
" Hakimin biri bankaya gidip devletin kendisi için açtığı hesaptan 1 milyon pound çekeceğini söylemiş. Banka yöneticileri onay almadan bu kadar parayı veremeyeceklerini söylemişler. Adalet Bakanlığı aranmış. Bakanlıktan "ÖDEYİN" talimatı gelmiş. Ertesi gün para hakime verilmiş. Ancak bir kaç gün sonra hakim bankaya gelerek parayı iade edeceğini söylemiş. Bakanlık müfettişleri devreye girmiş ve hakime bu davranışının nedenini sormuşlar. Hakim, "Kraliçe'nin hükümeti bize ne kadar güveniyor, onu denedim" yanıtını vermiş. Bunun üzerine hakim görevden alınmış. Hakime gönderilen yazıda şu gerekçe gösterilmiş: "Saygın bir hakim, devletine güvenmiyor ise devlet ona asla güvenmez."


 


KARAT............. " KEÇİBOYNUZUNUN Arapçada adı kırrat. Keçiboynuzu tohumu yüzyıllar boyunca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar keçiboynuzu tohumu ile tartılarak satılmış. Bu yüzden keçiboynuzu, kırat ya da karat denilen ölçüye adını vermiş. * * * Profesör Dr. Aydın Akkaya şöyle yazıyor: "Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişmeyen tek tohumdur... Bütün tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alması olasılığının çok az ve çok uzun zamana bağlı olduğu içindir. Bu nedenle Araplar, Selçuklular ve Osmanlı döneminde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır... dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem değişmekle birlikte 3 gr. ağırlığı temsil etmektedir... Satıcı iki dirhemlik bir şey satarken (8 çekirdek) lütfedip 1 çekirdek fazla tartarsa bu, malı alan kişinin itibarını gösterir. Olağandan fazla giyinen, süslenen vb. kişilere de "İki dirhem bir çekirdek" denmesi bundan. Ben yediğim keçiboynuz çekirdeklerini hiç bir zaman atmadım ve bunları sabırla biriktirdim.Aşağı yukarı 1 kilo kadar oldu ve biriktirmeye devam ediyorum.Sebebine gelince (aşağıda).Yeryüzündeki doğal (organik boya elementleri) boya pigmentlerinin en çok olduğu tanecikler keçiboynuzu çekirdeğidir.Türkiye deki Toroslar anavatanı olup Torosların uzantısı ta Hindistan a kadar bu ağacın yayıldığını görürüz.Kökleri yerine göre 80 metreye kadar toprağa inebilen çok kuvvetli bir ağaç.Bir çekirdeğin toprağa düşünce çimlenmesi ve fide oluşması çok çok zor . Benim gezdiğim alanlarda fide halinde topraktan kendiliğinden çıkmış çok az ağaça rastladım.Bir keçiboynuzu (harnup) ağacının altına her yıl binlercesi döküldüğü halde bir tane bile çimlenme olmaz.Ben bu çekirdeğin de bir canlının (mesela bir cins kuşun) sindirim sisteminde bir müddet evrim geçirip d ışkısı ile dışarı atıldıktan sonra çimlendiğine inanıyorum .Tıpkı ardıç kuşunun ardıç ağacının tohumlarını bu şekilde çimlendirmesi gibi.Türkiye nin tüm keçibonuzları köylerden toplandıktan sonra çok az bir kısmı kuruyemişçilerde satılır.Çok az bir kısmınında pekmezi yapılır.(Harnup pekmezi= Keçiboynuzunun inanılmaz faydalarına internetten mutlaka bakınız).Esas toplanan o yılki rekolte Antalya da bir firma tarafından(Engin Civan ın kardeşinin fabrikası) yok fiyatına köylüden satın alınır.Basit bir işlemden geçirilerek çekirdeğinden ayrılır.Çekirdekler Honkong daki piyasada tonu çok büyük rakamlarla dünya boya sanayiinin devlerine satılır.Türkiye'deki posası ise genellikle kümes hayvanlarının yemlerine karıştırılır.(Civcivler 45 günde yenecek hale getirilir.) Çekirdeği çok yüksek (doğal konsantre olarak )organik boya maddeleri içerir.Bu çekirdeğin öğütülmesi ve az miktarda (bir çay kaşığı kadar) kahve şeklinde içilmesi vücuttaki boya imal eden hücrelere takviye olacaktır.Mersinde bir gayri müslüm vatandaşımız keçiboynuzundan ve tabii çekirdeğinden nescafe benzeri bir içecek yaptı ve Sağlık Bakanlığından onay aldı.Bende satın aldım ve kullandım.Çok faydasını gördüm.Pekmezi hele bizim yaştaki insanlar için her evde bulundurulması gereken bir ilaç.
Bugün 7 ziyaretçi (29 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol