MAVİ SERİK TATİL SİTESİ - KÖŞE YAZARLARINDAN ALINTI
Süperlig


Süperlig’de ilk yarı bitti.

En flaş takım hangisi?

Atletico Lorke.


*

Takunya United lider, bunlar ikinci... Aslında, Olimpic Lorke’ydi kulübün adı... Kandil İdmanyurdu’ndan santrfor transfer edip, sezon açılışını Habur’da kurulan seyyar statta yaptılar; sanki UEFA Kupası kazanmış gibi üstü açık otobüsle tur attılar.

*

Bismillah, daha ilk deplasmanda olaylar çıktı; milli takıma kombine bileti olan İzmir seyircisi sahaya indi, maç tatil edildi... Taraf’tar isimli spor gazetesi, “İzmirspor küme düşürülsün, Olimpic Lorke’ye 9 puan verilsin” manşeti attı.

*

FIFA’nın talimatı üzerine fikstürde değişiklik yapıldı, Olimpic Lorke’nin bundan böyle deplasmana gitmemesi, bütün maçlarını evinde oynaması, üç kornerinin bir penaltı sayılması kararlaştırıldı. Fikstür avantajını kullanan Olimpic Lorke, kiralık futbolculardan kurulu Club Liboj’u 21-0 yenerek, averajını düzeltti. Gollerin 18’ini Club Liboj
kendi kalesine attı.

*

(Club Liboj’un maçı sattığı iddia edildi... “Bunlar para almış” diye rapor tutan hakem, çete iddiasıyla içeri alındı. Taraf’tar gazetesine demeç veren Club Liboj yöneticileri, “Biz namusumuzla top oynuyoruz, Takunya United’a da 42-0 yenilmiştik, ne var bunda?” dedi.)

*

Dinamo Altıok, her zamanki gibi şampiyonluk parolasıyla başladı. Ancak, bitirici vuruşlarda pek beceriksiz... En son Dersim derbisinde, sol açık Kemal, muz ortaya rövaşata çakayım
derken, takım arkadaşı stoper Onur’un burnunu kırdı. Çok
kritik üç puan kaybedildi.

*

Sporting Hareket desen, sağ açık Oktay’ın fuleli deparlarına rağmen, sıra takımı görüntüsünde... Maç öncesindeki ısınma hareketlerinde ip atlayarak tribünleri coşturuyorlar ama, kontratak yerine, kapalı
defansla, beraberliğe razı bir görüntü çiziyorlar.

*

Bu karambolden faydalanan Olimpic Lorke, taktiği maktiği boşverdi, bol faullü, dan dun futbola başladı... Sahalarımızda görmek istemediğimiz sahneler yaşandı; rakip futbolcuları vurdu, stadı yaktı, soyunma odasının koridoruna mayın döşedi, tribünleri taradı... Neticede, Merkez Hakem Komitesi tarafından ligden atıldı... Buna rağmen, Federasyon Başkanı tarafından “fair play ödülü”ne layık görüldü!

*

E baktılar ki, Federasyon arkalarında... Olimpic Lorke tabelasını indirip, Atletico Lorke tabelasını astılar... Ama bir sorun vardı. Kaleci Ahmet’e yeşil sahalardan men cezası verildiği için, ilk 11 eksik kalmıştı... Aurelio’nun Türk yapılması taktiğiyle, Roberto Carlos’un Kürt yapılıp, kadroya alınması gündeme geldi. Ancak, İmralı’daki teknik direktör, “Ben Fener’den
topçu almam, alacaksanız Keita’yı alın”
dedi. Uzun pazarlıklar sonucunda, bonservisi elinde olan ve forma giyecek
takım arayan amatör Ufuk’un sezon sonuna kadar kiralık oynamasına karar verildi.

*

Folluk bile olsa, küme düşürülmeyeceği kesinleşen Atletico Lorke’nin, ligi kaçıncı bitirirse bitirsin, Şampiyonlar Ligi’ne katılmasına kesin gözüyle bakılıyor. Bu sene, olmadı öbür sene, lisansı iptal edilen
teknik direktörlerinin affedilmesi ve takımın başına geçmesi bekleniyor. Maçları Biji Türk’ten şifreli, yalaka televizyonlardan şifresiz yayınlanıyor.



 

Yedi yaban güvercini...

Bekir Coşkun yazdı...

08.12.2009 13:11

BEN onlara “yaban güvercinleri” diyordum.
Yüksek dağlara doğru gidişlerini ve dönüşlerini biz görmesek de; sıra sıra, masum, görkemli...
Ve barış için...
Dün akşama doğru haber geldi:
“Yedi yaban güvercinini vurdular...”
****
Bir milletin aklı yok olduğunda, cezasını en çok o milletin masum çocukları çeker.
Bir kez izan ve idrak kaybolduğunda...
Bir toplumun gözü kör, kulağı sağır, zihni uçup gittiğinde, ilk kurbanlardır çocuklar...
Dün böyleydi...
****
Söyler misiniz:
Şimdi bu “açılım” mı oldu?..
Bu kadar mıydı sizin izanınız?..
Cumhurbaşkanı‘nın “kaçmakta olan tarihi fırsatının” ne olduğunu dahi
bilmeden çok beğenen...
Başbakan’ın içinde ne olduğunu söylemediği “açılımına” alkış tutan...
Bir iktida rın ne yapmak istediğini sorgulamadan, öğrenmeden, hatta
merak dahi etmeden... Televizyonlara çıkıp, gazetelerde yazıp-çizip, insanların gözünün içine baka baka, utanmadan ve sıkılmadan “çok başarılı” bulmak...
Sormaz mısınız şimdi:
“Beğendiniz mi açılımı?..”
****
Kendi yiğit askerleri refüze edildiğinde, eşkıya bayrağını açıp geldiğinde, bunu
“demokrasi” zannedecek kadara aptal olanların, bu ülkenin çocuklarına
ödettikleri faturadır bu.
Bir körlüğün bedeli...
Dün bu ülkenin tüm annelerinin yüreğinde yangın çıktı...
Hele yedisinde?..
Onlar; bir ihanetin farkında dahi olmadan, öyle mağrur, öyle kadere razı, öyle teslim...
Geceleri sabahları beklediler, sabah oldu mu geceleri...
Dün akşam saydılar...
Dağlardan yedi eksik döndüler; yaban güvercinleri...


12 Aralık 2009
Yılmaz ÖZDİL  yozdil@hurriyet.com.tr

Ya PKK ‘yapmadım' deseydi?

Habur...

(İnfazsız yargı.)


 *


- Niye geldiniz?


- Sayın Öcalan emretti.


- Kendi isteğinizle geldiniz yani...


- Hayır, liderimiz istedi.


- Demek örgütten ayrıldınız...


- Ayrılmadık, PKK'lıyız.


- Pişmansınız o halde...


- Yo-oo, değiliz.


- Yaz kızım, örgüt üyesi olmadıklarına, etkin pişman olduklarına, beraatlerine...

*


Tokat...

(Yargısız infaz.)


*


“Ne malum PKK'nın yaptığı?”


“Üstlenmediler ki...”


“Derin güçlerin işi...”


“Provokasyon.”


“Baykal hıyanet içinde.”


“Yeri çok düşündürücü...”


“Bahçeli'nin kalesi orası.”


Ama en çok şunu beğendim:


“PKK'yı hedef gösteriyorlar!”
 

 


Bu arkadaşlar aklını o kadar yitirdi ki, inanmak için PKK'dan “resmi açıklama” bekliyorlar artık.


*


Vurması yetmiyor çünkü... Üstüne “şahitlik” yapması gerekiyor PKK'nın.


*


Ve, bu ülkenin yurtsever insanları üzerinde öylesine “yalan, iftira ve karalama baskısı” kurulmuş ki... Bir taraftan şehitlere kahrolurken, bir taraftan PKK'nın üstlenmesine sevinileceği, 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi. 

*


Normale dönmek


Öyle bir yerdeyiz ki...

Olup bitenleri hiç anlayamıyoruz.


Birileri intihar ediyor, birileri suikast korkusuyla yaşıyor, başka birileri yargılanıyor ve sorgulanıyor ama bir başka birileri yargılanmıyor ve sorgulanmıyor.

- Acayip bir durum.

Ve acayip bir cepheleşme.

Kim kimin yanında, kim kimin karşısında, hiç belli değil.

Formalar karmakarışık.

- Rövanş veya misilleme.

O da belli değil.

- Tasnif veya tasfiye.

O da belli değil.

- Ya herru, ya merru.

O bile belli değil.

***

İhanet sözcüğü ne kolay söyleniyor.

Yakışsın veya yakışmasın, herkes birbirine vatan haini diyor. Sanırsınız ki bu ülkede hiç vatansever yok.

Bir ara herkes komünist idi.

Bir ara herkes irticacı.

Sonra herkes hırsız oldu.

Hortumcu oldu.

Onlar bitti.

Şimdi herkes vatan haini.

Parayla yazı yazan, parayla söz söyleyen, parayla eylem yapan, çünkü vatanını satan insanlar hep burada toplanmış sanırsınız.

Bizdendir-sizdendir ayırımına çoktan razıydık. O bile gitti.

Kim kimdendir belli olmayan çok cepheli bir mayın tarlası geldi.

***

Acaba bu da geçer mi?

Geçer.

Hem de bundan kötüsü mümkün olamayacağına göre dibe vuran vicdanlar yavaş yavaş yükselip bâri makul bir düzeye çıkar.

Yok canım, erdem’e lüzum yok.

Makul düzey bize yeter.

İşte biz buna normale dönmek diyoruz.

Ümidim odur ki:

- 2010’lu yıllar, Türkiye’nin normale döneceği yıllar olacaktır


Ergenekon üzerinde ‘neşeli ayaklar’


PAZAR günü, “Penguen” Dergisi’nin 2009 karikatür yıllığına baktım.

Penguen, yani “Neşeli Ayaklar” filminin harika pengueninin adını taşıyan dergi.

Gırgır sonrası siyasi eleştiri geleneği aynı başarıyla devam ediyor.




Cindoruk tam üstüne basmış!

 

Bu dergiler, insana Türkiye’de “mizaha yansıyan” olumsuzlukları çok güzel anlatıyor.

Bana göre siyasetçiler açısından da çok önemli ipuçları var.

Derginin bir yıl boyunca işlediği konulara baktım.

Tabii ki, Başbakan Erdoğan’ın kızgın çıkışları, karikatürcülerin en çok işlediği konuların başında geliyor.

Bir başka konu, yerel seçim öncesinde bazı illerde dağıtılan kömür ve beyaz eşya olmuş.

Eleştirilerden iktidar partisi nasibini fazlasıyla almış.

Ama muhalefet partileri hakkında da karikatürler var.

Hem de ağır bir ŞEKİLDE.

Mesela Cumhurbaşkanı Abdulah Gül’ün soyağacını araştıran CHP Milletvekili Canan Arıtman’ın soyağacı “ağaç kütüğü” olarak çizilmiş.

Polisin 1 Mayıs’ta göstericilere yönelik acımasız tavrı da epey karikatürün konusu olmuş.

* * *

Ancak en çok dikkatimi çeken karikatürler “Ergenekon” davası ile ilgili olanlardı./_np/7211/9497211.jpg

Saydım...

Yanılmıyorsam albümde 15 Ergenekon karikatürü vardı.

Eğer yıllığa bakmadıysanız, bir tahminde bulunun.

Bu karikatürlerde sizce kim daha çok hicvedilmiş?

Ergenekon savcıları ve soruşturmayı yürütenler mi?

Yoksa, Ergenekon’dan içeri alınanlar mı?

Türk basınının büyük bölümünün bu davaya bakışını bilenler hiç kuşkusuz, “Ergenekon’dan içeri alınanlar” cevabını verecektir.

Hayır öyle değil.

Yıllığa alınan karikatürlerin çoğunda, davanın yürütülüş biçimi mizahi dille eleştiriliyor.

Mesela bir kadınla bir erkek evde oturmuş televizyon seyrediyor.

Spiker, “Ergenekon davasında 10’uncu dalga... Azz sonra” diyor.

Erkek şöyle konuşuyor:

“Niye dalga dalga yapıyorlar yaa. Toptan yapsalar ya... Dalga mı geçiyorlar yaa.”

Kadının tepkisi de şöyle:

“Gündem sıkıştıkça bozdurup bozdurup harcıyorlar işte...”

Mesela Yalçın Küçük ve eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz’ün gözaltına alınmasından sonra şöyle bir karikatür yayınlamışlar:

Genç bir adam ellerini polise uzatmış ve sesleniyor:

“Hadi tutukla beni, çok merak ediyorum şu Ergenekon’u.”

Ergenekon davasını militanca izleyen basına da eleştiri var.

“Vakit Gazetesi’nin bir manşeti karikatürize edilmiş.

Manşet şöyle:

“Türkan Saylan Ergenekon’dan yırtmak için öldü.”

* * *

Mizah deyince, mizahın bir başka büyük ustasına değineyim.

Pazar günü Vatan Gazetesi’nin Pazar ekinde Selahattin Duman’la yapılmış bir mülakat vardı.

Buket Aşçı, Duman’dan, gelecek yıla dönük bir “flash forward” yapmasını istemiş.

Yani geleceğe akış.

Sorduğu sorulardan biri de Ergenekon davası.

Selahattin Duman Türkiye’de her gelenin kurallarını kendine göre uyguladığını söyleyip teşhisini koyuyor:

“Ergenekon davası da böyle bir sonuç işte. İki vakte kadar tersini görürüz. Bu akıl değişmezse bir de bakarız ki bugün yargılayanlar yarın sanık sandalyesinde oturuyor.” 

* * *

Dün, intihar eden Yarbayın cenaze töreninden gelen fotoğraflara bakarken mizahın önüme koyduğu bu öngörüye baktım.

Bir yanda, komutanına suikast yapacak diye tutuklanacak bir Yarbay.

Tabutunun başında ise kendisine suikast düzenleyeceği iddia edilen komutan.

Bir başka yanda ise, bir başka Ergenekon çetesi mensubunun, Veli Küçük’ün intihar eden Yarbay hakkında tuttuğu fiş:

“Alevidir, hemen tasfiye edilmelidir.”

Bir “Ergenekoncu” bir başka “Ergenekoncunun” tasfiyesini istiyor.

Tasfiyesi istenen öteki “Ergenekoncu” ise Silahlı Kuvvetler mensubu olduğu için “potansiyel Ergenekoncu” komutana suikast planlıyor.

Ee, mizah böyle bir durum karşısında eli kolu bağlı durabilir mi.

Hep aynı şeyi söylüyorum.

Ergenekon da çok ciddi iddialar var.

Bunların ortaya çıkması için, olayın artık, mizaha konu olan tarafına mutlaka dur demeliyiz.

Yoksa mizah öteki tarafa da sirayet edecek ve sonunda bu işten gerçek çeteciler kârlı çıkacak.


“Hukuk devleti”ni kaldırın o zaman!

 

Azılı terör örgütü PKK Tokat saldırısını yapar 7 askerimizi daha şehit ederken, şehirlerimizi ülkenin bir ucundan öbürüne savaş alanına çevirirken örgütün lideri “odasında açılan yeni pencere, iki saate çıkarılan havalandırma izni ve kendisine eşlik etsin de canı sıkılmasın diye getirilen PKK’lı arkadaşlarıyla yaptığı sohbetler”den söz ettiği açıklamalarını sürdürüyor.

Şehirlerdeki terörü “Öcalan yeni hücresini beğenmedi” diye başlatmışlardı biliyorsunuz, şimdi keyfi yerine geldiğine göre bu terörü ve diğer ülkelerde “Türk devleti Kürtlerin lideri Öcalan’ı öldürmeye çalışıyor” diyerek yaptıkları açlık grevlerini, dağıttıkları Öcalan mesajlarını durdururlar mı yoksa bu kez de “DTP’nin keyfi kaçtı” diye sürdürürler mi bilmiyoruz.

Ama çok iyi bilinen bir şey varsa o da terör örgütü liderinin hücresinin çok uzun süredir “parti genel merkezi” işlevinde olmasıdır. Bugüne kadar DTP’lilerin yaptığı politikaya da, Habur’dan gelen PKK’lı gruba da, yeni grupların gelmeyeceğine de, “terör sorununu ve örgütünü ortadan kaldırmak için bir çözüm bulunur da kendisi dışında kalır” diye Tokat saldırısının yapılmasına ve şehirlerdeki terör olaylarına da Öcalan hücresinden (yani parti genel merkezinden) karar vermiştir.

DTP’Yİ O YÖNETİYOR

DTP’li belediye başkanlarının kim olacağına da PKK’nın (yani Öcalan’ın) karar verdiğini, Ahmet Türk’le PKK’lıların konuşmasına şahit olan Cengiz Çandar yazmıştı biliyorsunuz.

Son olarak; “DTP kapatılırsa milletvekilliğinden istifa eder, sine-i millete döneriz” demiş olan eski DTP’li 19 milletvekilinin istifa kararından vazgeçerek BDP’ye (Barış ve Demokrasi Partisi) katılmaya karar verdiklerini öğrendik. Ahmet Türk “Öcalan parlamentodan ayrılmamızı istedi” dediğine, Öcalan’ın sözcüleri pardon avukatları da onun son “basın açıklaması”nı “Bence henüz istifa edecek aşamaya gelinmedi, Meclise dönüp demokratik siyaset geliştirsinler” şeklinde yaptığına göre DTP’lileri Öcalan’ın yönettiği de resmen ortaya konmuş oldu. (Bu arada “demokratik” kelimesi de terörle, şiddetle eş anlamlı hale getirildi...)

DTP’nin kapatılmasına tepki verirken Anayasa Mahkemesi’ne saygısızlık yapan, bu kararın da hukuki değil siyasi olduğunu söyleyenler acaba kapatma nedeni olan “yasalara bilerek karşı gelme, terör örgütüyle kol kola girip şiddet eylemlerini destekleme” tutumunu sürdüren, teröristbaşını resmen partinin yöneticisi ilân edenleri görünce biraz utanmışlar mıdır?

AKP ve DTP’nin, yönetim kademesindeki siyasetçilerin, bazı gazete ve gazetecilerin beğenmedikleri her kararda yargıya (özellikle de yüksek mahkeme kararlarına) siyasi karar diyerek karşı çıkmaları da son modalardan biri... Oysa yasaları (hele Anayasa’yı) çiğneyen herkes bunun yaptırımına da razı olmak zorundadır. Eğer her yargı kararında bu garip tepkiler gösterilecekse Anayasa’daki “Türkiye laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” tanımından “hukuk devleti”ni çıkarsınlar olsun bitsin. Sonra sıra “laik” kelimesine gelir, “demokratik” kısmını zaten hak getire, yuvarlanır gideriz.

ABD’nin büyük TV kuruluşlarından NBC televizyonu “İran tarafından ‘sınırı izinsiz geçmek’ suçuyla alıkonulan 3 ABD’li gençle ilgili” haberi verirken Türkiye’de sınırın geçildiği bölgeyi haritada Kürdistan olarak göstermiş.

Alıştırma mı yapıyorlar, hata mıdır bilinmez ama (daha önce de yaptılar çünkü) Amerika’daki Türkler ve NewYork merkezli Türk radyosu büyük tepki göstermiş.

Belki de şu sıralarda Türkiye’de de alıştırma yapıldığı içindir, Amerika güdümlü projelerle, PKK ve Öcalan’ın, uzantıları olan siyasetçilerin söylemleriyle biz de az duymuyoruz bunu... Artık açık açık dile getirilmekte...

DTP kapatılınca BDP’li olan milletvekilleri dillerinden PKK’yı, Öcalan’ı, ayrı bir devlet talebini düşürmüyorlar. Şimdilik “demokratik haklar, kültürel haklar” bir yana bırakıldı “özgürlük rüyası”, “özgürlük mücadelesi”, “özgür yurttaş olma” gibi sloganlara geçildi ama onların açılıma da partilerine de referans gösterdikleri teröristbaşı Öcalan yol haritasında açıkça anlatmıştı zaten biliyorsunuz.

DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk “Meclis’te kalma kararını şu önderin talimatıyla aldık diyen, kendilerinin karar alma ehliyeti olmadığını ifade eden siyasi parti, grup olur mu” demiş. Yerden göğe kadar haklı olmadığını (Ahmet Türk ve arkadaşları dahil) kim söyleyebilir? PKK’nın ve Öcalan’ın siyasi uzantısı gibi çalışan bir grup ısrarla ayrılıkçı tutumu, teröre arka çıkmayı sürdürüyor, bir yandan da “Kürtleri biz temsil ediyoruz” diyor. Kürtlerin hepsi ayrılıkçı mı? Hepsi PKK’nın emrine mi girmiş?

Gerçi “DTP’ye oy çıkmayan mahallelerde PKK tarafından terör estirildiği” anlatılıyor ama bu baskıya, tehlikeye rağmen “Benim devletle sorunum yok” diyen büyük bir çoğunluk yaşıyor Güneydoğu’da...

Cindoruk, yılların siyaset deneyimiyle benzer bir baskıya da dikkat çekmiş;

“Bazı bölgelerimizde bazı belediyeler siyasi otorite kurmuşlardır. Vatandaşlar devlete itaat yerine belediyelere itaat etmektedirler. O belediyelerin de arkasında terör örgütü vardır” diyor. DTP’li belediye başkanlarına “PKK’nın karar verdiği” yazılmıştı biliyorsunuz. Bu belediyelere “özerklik, tam yetki” verilmesi, “bölgesel yönetim” zaten en başta gelen istek, onu da biliyorsunuz.

Terör eşliğinde devlete yapılan dayatmaların devam edeceğini de gayet iyi biliyorsunuz. Peki bunları bilirken artık NBC televizyonunun yaptığına kızsak ne fark eder, kızmasak ne fark eder, değil mi efendim?

 

***



Seni OHAL’ci, sus bakayım!

Moda üstüne modalar çıkıyor malûm; örneğin her olayın arkasına Ergenekon’u -uysa da, uymasa da- koymak moda... Halkını, okuyucusunu, izleyicisini, icabında öğrencisini aptal yerine koymak ve her türlü abukluğu yutturmaya çalışmak moda... Son moda ise ülkedeki had safhaya çıkmış baskıları veya terör olaylarını yazan gazetecilere “OHAL istiyor, olağanüstü hal ilân edilsin diye alt yapı hazırlıyor” benzeri abuk ötesi bir yakıştırma yapmak.

Kendileri hangi olay varsa yargıdan, güvenlik güçlerinden önce, daha ne olduğu anlaşılmadan, siyasetçisiyle, gazetecisiyle, akademisyeniyle hükmü verip ekranlardan, manşetlerden kurumlara, insanlara suç yapıştıracaklar, mahkûm edecekler ama başkaları gerçekleri anlatamayacak. “Kaos” diyemeyecek, “kargaşa, anarşi var” diyemeyecek.

Kendileri; haklarını aramak için parkta eylem yaparken üzerine durup dururken, gaz ve tazyikli su sıkılan Tekel işçilerine yapılanı bile haklı bulacak ve işçileri suçlu çıkaracak (ya da hiç görmezden gelecek) ama başkaları “Bu ne adaletsizliktir, nasıl demokrasidir” diyemeyecek.

Ben onu bunu bilmem, bana göre gazeteciliğin tek tanımı vardır; “gerçekleri saptırmadan, dürüstçe halkın haber alma hakkını sağlamak”... Etikete filân bakmam, görevimi yaparım.

En azından yastığa başımı koyduğumda kendimden utanmam... OHAL senaryocularına da önereceğim ama onlarda bu duygunun kaldığını hiç sanmıyorum artık

Emin ÇÖLAŞAN  -  Gazeteport
 
Yazı boyutu            
Cumhurbaşkanınız!!!
Devletin başında bulunan, Cumhuriyet rejiminin ilkelerini korumakla yükümlü olan Abdullah Gül isimli bu zat, yakın geçmişte acaba neler söylüyordu?   Şu anda Çankaya’da oturan zat, oraya MHP’nin AKP’ye stepne olmasıyla, yol vermesiyle ve “Dindar Cumhurbaşkanı” kimliği ile çıkmıştı. Rüyasında görse hayra yormayacağı devlet kuşunu da onun başına MHP kondurmuştu. Ancak konumuz bu değil. Devletin başında bulunan; Cumhuriyet rejiminin ilkelerini korumakla yükümlü olan Abdullah Gül isimli bu zat, yakın geçmişte acaba neler söylüyordu? Cumhuriyet rejiminin ilkeleri, özellikle laiklik, kendisine hangi ölçüde emanet edilebilir? Bu soruların yanıtlarını onun ağzından dinleyelim. Elimde ‘’Türkiye’nin Milli Bütünlüğü ve Güvenliği’’ isimli bir kitap var. Yakın geçmişte düzenlenen bir seminerdeki konuşmalar banttan çözülmüş ve kitap olarak basılmış. Konuşmacılardan biri de Abdullah Gül. Yani bugünkü Cumhurbaşkanı. O günlerde Refah Partisi milletvekili. Necmettin Erbakan hocasının emrinde ve hizmetinde.
NASIL BİR SİSTEM ?

Şimdi bu kitaptan, yani kendisinin sözlerinden alıntılar yapalım. Bakalım Beyefendi ne inciler döktürmekle meşgulmüş: “Bugün Türkiye’de bir sistem bunalımı var. Kendi bünyesine uygun düşmeyen, kendi değerlerine zıt ve zoraki uygulanmaya çalışılan ve halka zorla diretilen bir sistem.” (Yani laik Cumhuriyet rejimi.) “Halkına zıt, halkı ile barışık olmayan, ona düşman bir sistem bu sistemdir ki...70 senedir böyle bir sistem içerisindeyiz doğrusu...” “Türkiye’nin bu resmi ideolojisinin tabii karakterleri, bu sistemi kuran tek partinin altı sloganı ile ortaya çıktı. Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devrimcilik, devletçilik ve laiklik adı altında. Ama bu milletin halkı bir araya gelip de biz devletçi olalım, laik olalım, milliyetçi olalım diye böyle bir karar vermemişler. Bu ilkeler hep bu halka bir zorlatma şeklinde dayatılmış...”
BU NASIL BENZETME?
Konuşmasının bir yerinde çok ilginç bir keşfini (!) daha anlatıyor: “Türkiye’nin bir Irak’a, Libya’ya benzeyen çok yanları var. Neden? Aynı TEK ADAM pozisyonu. Bugün gidin Irak’ta, Libya’da, Suriye’de de tek insanın resimleri vardır her yerde. Tek insanların heykelleri vardır”. (Atatürk’ten söz ediyor ve Atatürk’ü Saddam, Kaddafi, Esad gibi hırsız soytarılarla, katillerle kıyaslamaya kalkışıyor.) “Milliyetçilik öyle olmuş ki, Türkçülük şeklinde alınmış ve bu ister istemez aksini de bazı insanların aklına getirmiştir. Mesela ‘NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE’ lafını tutup her yere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür...Bu laflar aslında Türkiye’nin bütün insanları İSLAM KARDEŞLİĞİ altında toplayan bütünlüğünü tehdit eder anlama gelmiştir.” Atatürk’ün sözünü aşağılamaya yeltenen, bunu ilkellik olarak gören, tarih bilgisinden yoksun şahıs şimdi Cumhurbaşkanı! Beyefendi devam ediyor: “Şimdi ne gariptir ki, seyahat ederseniz Doğu ve Orta Anadolu’ya geldikçe ‘ÖNCE VATAN’ yazdığını görürsünüz, batıya gittiğinizde ise hiç rastlamazsınız bunlara. Yani bunlar tek parti devrinden kalan ve zorla, halkın kendi inanç değerleriyle bütünleşmeyen bir dünya sistemini halka zorla kabul ettirmektir.” (İnsaf yahu!)
HANGİSİNE İNANALIM
Sonra laiklik ilkesinden dem vurmaya başlıyor! “Şu da bir gerçek ki, en kalıcı ve birleştirici unsur DİN olmuştur. Ama Türkiye’deki resmi ideoloji tarafından devamlı tehdit altına alınmış. Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden, en ziyade tahribatı vermiş olan, sistemin ilkelerinden birisi de LAİKLİK ilkesidir. LAİKLİK olayıdır.” (Cumhurbaşkanı olurken laikliği koruyacağına namusu üzerine yemin eden zat, geçmişte böyle buyuruyor. Hangisine inanacağız, geçmişteki sözlerine mi, namus yeminine mi?) Devam ediyor: “Din düşmanlığını esas alan ve hukuk tanımayan uygulama, İslam inancı ve ahlakıyla yoğrulmuş olan halkımızı da tabii dışlamıştır.” Sözlerinin bu bölümünü özellikle askerlerin okuması gerekiyor: “Dindar olan bir subaya siz eğer kendi ordunuzda hayat hakkı vermiyorsanız, onu çeşitli dolaylı yollarla bunu açıkça söylemeden onu eğer saf dışı ediyorsanız, sanki safra atar gibi, sanki ajan yakalamış gibi onları eğer ayıklıyorsanız, siz o zaman bu ülkenin bütünlüğünü, devamını nasıl temin edersiniz?” Bay Abdullah Gül, konuşmasında üniversitedeki sıkmabaşlara da değinmeyi ihmal etmiyor: “Üniversitelerde bugünkü durum. Şimdi siz bunu hangi demokrasiyle, hangi hukuk nizamıyla, hangi insan haklarıyla bağdaştırabilirsiniz? Sadece kılık kıyafetinden dolayı, sadece dini inançlarından dolayı üniversite kapılarından geri çevrilen, diplomaları verilmeyen bir sürü Türkiye’nin genç kızları...” Bu arkadaş, birkaç yıl önce karısı üniversiteye sıkmabaşla alınmayınca, Türk devletini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde dava edip tazminat istemiş, ancak Mahkeme bu davaları reddetmeye başlayınca, karısı adına açılan davayı geri çektirmek zorunda kalmıştı! Bakalım, şimdi sıkmabaş konusunda yapılan Anayasa değişikliğine onay verecek mi, vermeyecek mi ?
CUMHURİYET REJİMİ Türkiye Cumhuriyeti’nin en tepesindeki kişi, Cumhuriyet rejimine bağlı olmak ve ilkelerini korumakla yükümlüdür. Ancak yukarıda sözün ettiğim konuşmasında, İkinci Cumhuriyet’ten ve daha da ötesi, tarihin karanlığına gömülmüş olan Osmanlılıktan söz etmektedir. “Bu açıdan İkinci Cumhuriyet, yeni Osmanlıcılık kavramlarının ve bu tartışmaların ortaya gelmesini ben çok sağlıklı olarak görüyorum ve geleceğe çok ümitle bakıyorum.” Osmanlıcılıktan söz edebilen, bu kavramların gündeme gelmesinden mutlu olduğunu söyleyen bir Cumhurbaşkanı! Bu şahıs geçmişte söylediklerinin bugün de arkasında ise o makamda oturamaz. Yok eğer o makama oturmadan önce namus ve şerefi üzerine ettiği yemin geçerli ise, mutlaka bir açıklama yapmalı ve “Hiç kimse endişe etmesin, ben artık değiştim. O sözlerim değil, yeminim geçerlidir” demelidir. Der mi? Demez, diyemez. Derse inanır mıyız? İnanmayız. Hiç kimse inanmaz! Gazeteciler kendisine bu soruları sorabilir mi? Soramaz... Çünkü Abdullah Bey bocalar, sonra medya patronu bozulur, bunu soran gazeteci fırça yer! İşin şakası yok. Çankaya’daki tablo çok vahim. Beyninde laiklik karşıtlığı, İkinci Cumhuriyet, Osmanlılık gibi kavramları taşıyan, siyasetini ve yaşamını bunlar üzerine oturtan, Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünü ilkellik olarak gören biri o makamda –değiştiğini kanıtlayana kadar- oturamaz. Başta CHP olmak üzere tüm ilgili kurum ve kuruluşlar bu konuyu ve Çankaya’da kimin oturmakta olduğunu dibine kadar irdelemeli, sürekli gündemde tutmalıdır.

Can ATAKLI   -  Vatan
catakli@gazetevatan.com
Yazı boyutu            
Malum ‘sayın’ kişi için fedakârlık yapmalıyız!
 

Binlerce kişinin ölümüne neden olduğu için ağırlaştırılmış ömür boyu hapse mahkûm edilen ve cezasını İmralı’da çeken “sayın” malum kişi içinde bulunduğu şartlardan şikâyet etti geçenlerde.

Hücresi darmış, penceresi küçükmüş, bir de üstüne sineklik koymuşlar.

Neyse ki apar topar adaya gönderilen bir Adalet Bakanlığı heyeti, şikâyetleri yerinde saptadı ve bunların bir kısmı giderildi de yüreğimiz ferahladı.

Ama yetmez. Hazır “açılım” varken “sayın” malum kişinin yaşam koşulları daha da düzeltilmeli. Adalet Bakanlığı’na iletilmek üzerine çevresinden gelen önerileri toparlamış bir okurum:

1- Hücreye derhal 70 ekran HD plazma TV konsun.

2- Diji-Kürt (yoksa, derhal yapılsın),

D-Smart, Cine 5, Erotik Kuşak yayınlarını da kapsayan uydu bağlantısı sistemi kurulsun.

3- Yoğun çalışmalardan yorgun “sayın” kişinin psiko-sosyal motivasyonunun bozulmasını önlemek ve tansiyon sorununu minimal seviyeye indirmek için:

- yerlere parke,

- odaya amerikan bar,

- jakuzi,

- solaryum,

- air condation yapılması için harekete geçilsin.

4- Yapılması tasarlanan 3’üncü köprüye: Özgürlük ve Demokrasi Köprüsü adı verilsin, açılışını Amerika’nın uyuşturucu ticaretinden aradığı bir başka “sayın” yapsın. OGS ve KGS ücretleri dağda yaralanan “sayın” teröristlerin rehabilitesi için Kandil Fonu’na aktarılsın.

5- Haftada bir Genelkurmay Genel Sekreteri veya Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri olmadı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, İmralı’ya gidip Pelit Pastanesi’nden yaptırdıkları çikolata ile hatır ziyaretinde bulunsun.

6- Verdiği demokrasi- insan hakları- barış mücadelesinde vücudu yorgun düşen “sayın” malum kişinin sağlık durumu her ay en iyi hastanede yapılacak olan check-up’tan geçirilsin ve sonuç Sağlık Bakanı tarafından Dünya Sağlık Örgütü’ne muntazam rapor edilsin.

7- Demokrasi- insan hakları ve barış için verdiği mücadele göz önüne alınarak, “sayın” şahsın Mahatma Gandhi, Nelson Mandela ile aynı ayarda bir Barış Elçisi olduğu kabul edilsin ve TBMM kendisini Nobel Barış Ödülü için aday göstersin.

8- Bu “sayın” malum kişiye güzide üniversitelerimiz fahri doktor unvanı versin.


 

***



NEŞELİ PAZAR FIKRALARI

Yıldırım Tuna’dan bu hafta gelen yeni fıkralarla baş başa bırakıyorum yine sizleri...

Kadının fendi

Adam karısını arayıp “İhaleye hazırlanacağız, geç kalabilirim, beni merak etme!” bahanesi ile sekreterini yemeğe götürmüş. Yemek sonrası otele gitmişler. Saatlerce süren muhteşem bir beraberlikten sonra adam banyoda giyinirken aynada boynunda biraz önceki vahşi seksten kaynaklanan bir morluk oluştuğunu görmüş.. “Karıma ne söyleyeceğim?” diye panikleyerek tutmuş evin yolunu.. Ön kapıdan girince, evdeki köpek sevinçle üzerine zıplayınca adam köpekle boğuşur gibi yapıp bir eliyle boynunu tutarak kendini halının üzerine atmış. Biraz sonra yüzünde büyük bir acı ifadesi ile ayağa kalkmış, kendini şaşkın şaşkın izleyen karısına “Bak karıcığım köpek boynuma ne yaptı!” diye boynundaki morluğu göstermiş.. “Atalım evden bu hayvanı!” demiş karısı bluzunun düğmelerini koparırcasına açarak, “Bak.. Bak.. Benimde göğüslerimi biraz önce ne hale getirdi!..”

Gerçek dinlenme

Doktor: Kocanızın huzura ve gerçek bir dinlenmeye ihtiyacı var.. İşte şuradakiler uyku hapları.

Adamın karısı: Bunları ona günün hangi saati içireyim?

Doktor: Yok, yok. Bu haplar sizin için...

Soygun

Sokak serserisi, orta yaşlı bir kadını karanlık bir sokakta apartman girişinde sıkıştırıp parayı saklaması muhtemel yerlerinin, sütyeninin, kilodunun içerisini elleriyle arayarak para istemiş.. “Yok!” demiş kadın, “Ama böyle aramaya devam edersen sana bir çek yazarım!”

Aptallık

Kadın: Seninle bir ömür geçirdikten sonra ne kadar aptal olduğunu anladım artık..

Kocası: Yazık.. Sana evlenme teklif ettiğim anda bunu anlamalıydın!..

Veteriner şerif

Küçük bir kasabanın veterineri aynı zamanda şeriflik görevini de yürütüyormuş. Bir gece yarısı acı acı çalmış telefonu. Karısı heyecanla açmış. Karşısındaki telaşlı bir adam, “Çabuk kocanızı verin!” demiş. “Kocamı bu saatte veteriner olarak mı, yoksa şerif olarak mı istiyorsunuz?” diye sormuş karısı. “Her ikisi için de” demiş adam, “Köpeğimizin ağzını açamıyoruz, içinde hırsızın bacağı var!”

Hayal gücü

Genel Müdür yeni işe aldığı memurunu yanına çağırmış.. “İşe müracaat ederken verdiğimiz ilanda beş yıllık tecrübeli ve üniversite mezunu arıyoruz maddelerine tamamen uyduğunu söylüyordunuz.. Ancak araştırmalarımıza göre sizin alakanız yok..!” demiş. “Ama!” demiş çocuk, “Aynı ilanda ’Hayal gücü yüksek birini arıyoruz’diye bir maddeniz de vardı!..”

Kaçtı adi

Tren tıkır mıkır yolunda giderken birden yanda uzayıp giden tarlalara dalmış. Uzunca bir süre sekmeler zıplamalar yaptıktan sonra tekrar rayına girmiş. Hayli korkan yolcuların şikâyeti ile makinist ilk durakta sorguya alınmış. Sorgusunda rayların üzerinde bir kişinin durduğunu, uzun uzun uyarıcı korna çalmasına rağmen adamın kımıldamadığını anlatmış. “Sen deli misin?” diye kızmış amirleri, “Bir kişinin hayatını kurtaracağım diye yüzlerce yolcunun hayatı tehlikeye atılır mı? Ezecektin adamı!” Makinist “Ben de kesin o niyetteydim efendim” demiş “Ama yaklaştığımda adi herif birden yana kaçıverdi ondan sonrasını biliyorsunuz işte!..”


Yılmaz ÖZDİL

 

 yozdil@hurriyet.com.tr

Ağzında lokma varken suikast yapılmaz...


Suikast krokisi subayın ağzında.

Albay krokiyi çiğnerken basıldı.


Binbaşı krokiyi yutmaya çalıştı.

Isırırken kroki koptu.

Krokiyi boğazından çıkardılar.

Suikastçı krokiyi yedi.

*

Yersen...

*

“Valla biz vurduk” demelerine rağmen, şakır şakır asker vuranların PKK’lı olduğuna inanmıyorlar, suikastla suçlanan yarbaylar onuruna yediremeyip kendi kafasına sıkıyor... Bunlar hâlâ mahalleden geçen subayların peşinde.

*

Bakın, neymiş o suikastçının adı?

E.Y.B.

Olsa olsa, Embesil Yani Bu’nun kısaltılmış hali herhalde!

*

Çünkü, sanırsın, Mısır piramitlerinin gizemli dehlizlerinde yaşıyor Bülent Arınç, nerde oturduğu bilinmiyor... Halbuki, o mahalleye her gün önünde arkasında vaiyynn diye bağıran eskortlar, korumalarla geliyor, kapısının önünde de polis kulübesi var, anaokulundaki
çocuğa sor, aha şurası diye göstersin... Ama bizim albay suikastçı, elinde krokiyle
adres arıyor iyi mi!

*

(Kestane ağacına sırtını ver, 20 adım yürü, pastane var orda, dön ordan, ver sırtını pastaneye, 20 adım yürü, kestane ağacı göreceksin, arkasına sotalan filan.)

*

Üstelik, manifaturacıda Kalaşnikof var, sokağı tarıyor; bu arkadaş albay olmuş, suikast yapacak, tabancası bile yok.

*

Şöyle bi diyalog mesela...

- Kimi vurcaz komtanım?

- Arınç’ı.

- O kim?

*

Reflü olduk gari, her Allah’ın günü gazete mutfaklarına kurulan darbe marbe ziyafetlerini kimse yemiyor... N’aapsınlar, tatlı niyetine, mahalleden geçen subayları “Kroki yiyen suikastçı” diye servis etmeye başladılar... Yerseniz artık.


5 Aralık 2009
Yılmaz ÖZDİL  yozdil@hurriyet.com.tr

Eczane

Size bi reçete yazayım...


 *


10 kuruşa satılan ilacı 3 kuruşa alacağız ama, bunun karşılığında, 10 eczanenin 3'ü kapanacak, hangisini tercih edersiniz?


*


Eczaneler kapanır.


*


Çünkü, bırakın yıllardır mahallenizde “en faydalı komşu” bildiğiniz eczacının iflas etmesini, 3 kuruşluk şahsi menfaat için babasını bile satan bir toplum haline getirildik.


*


Hiç çevirme suratını...

Sana soruyorum:

Dünyanın en pahalı benzinini, dünyanın en pahalı elektriğini, dünyanın en pahalı doğalgazını kullanan, dünyanın en yüksek vergisini ödeyen ülke... Nasıl olur da, Avrupa'nın en ucuz ilacını kullanır?
Hiç merak etmiyor musun kardeşim, nereden gelir bu değirmenin suyu?


*


Avrupa'da 5 ülke seçiyorlar, o 5 ülkenin ilaç fiyatlarından yola çıkarak, bizim ilaçların fiyatını belirliyorlar. Ancak, ne sihirdir ne keramet, işte burada maharet...


*


Mesela, kalp ilacı... Bakıyor, en ucuz Portekiz'de, Portekiz'in fiyatını seçiyor. Romatizma ilacı, bakıyor, en ucuz Yunanistan'da, Yunanistan'ın fiyatını seçiyor. O romatizma ilacı, İspanya'da daha pahalıymış, ilgilenmiyor, işine neresi gelirse, orayı seçiyor.


*


Mesela, Aspirin... Bakıyor, en ucuz Fransa'da, şak, Fransa'nın fiyatını seçiyor. Halbuki, Fransa eczacısını kolluyor, sübvanse ediyor, ciro düştüğünde Fransız eczacısı çökmüyor. Vatandaşının sağlığını düşünen Fransa, eczacısının da “vatandaş” olduğunu unutmuyor.


*


Üstelik...

Zurnanın asıl zırt dediği yer.


*


Dün yaşanan bir vaka...

Tansiyon hastasına ilaç yazmış doktor. Hasta, en yüksek risk grubunda, ilacın dozu en yüksek doz, raporunda yazıyor. Hasta eczaneye geliyor, sistemi açıyor eczacı, bakıyor, o ilacı alırsa hasta, 61 lira fark ödemek zorunda... Ödeyemiyor. Tekrar sistemi açıyor eczacı, en ucuz eşdeğerini tıklıyor. En ucuzu alırsa hasta, hiç fark ödemeyecek ama, o en ucuz ilaç, en düşük doz... Yani, hiç fark ödemeyecek ama, büyük ihtimalle yakında ölecek.


*


Ekmek var, 400 gram... Ekmek var, 100 gram... İkisi de ekmek mi?
Ekmek. Doy da göreyim!


*


Demem o ki...

Sen, ilaç fiyatları ucuzladığı için eczacının isyan ettiğini sanıyorsun ama, o eczacı, aslında senin için kavga veriyor, senin için çırpınıyor. Mecbur kalırsa, gözlük satacak, vitamin satacak, bi şekilde hayatını devam ettirecek elbet...

Sana şimdiden Allah rahmet eylesin.




 Ruhat Mengi
 Yazara ulaşmak için : rmengi@gazetevatan.com
Increase text size
 Hani “Yaradan’dan ötürü” seviyordunuz?

Darbe isteyen bir çete veya ordu içinde bir grup var mıydı yok muydu hâlâ bilmiyoruz. Daha kaç ay (veya yıl) öğrenemeyeceğiz o da belli değil. Zira artık Ergenekon denilen “her olayı içine attıkları çuval” öyle bir hale geldi ki sanki iktidar ne zaman bir sıkıntıya girse (mayın temizleme, Deniz Feneri, açılım vb.) anında ortaya yeni iddianameler, yeni operasyonlar, yeni belgeler (ıslak imzalı, Kafes vb.), yeni yeni ihbar mektupları ya da gizli tanıklar çıkıyor. O da olmazsa bilmem neredeki kazılardan ya da denizlerden/göllerden silahlar, bombalar bulunuyor.

Sonu gelmez yani... Gel de inan bu sınır tanımayan “Cumhuriyet Mitingi’ne katılmayı” bile suç sayan iddialara... Üstelik darbe yapacak olanlar veya yapanlar (12 Eylül örneğin), ayaküstü tek başına durup dururken e-muhtıra yazıp bir seçimin yönünü değiştirenler (Büyükanıt örneğin) serbest ama başarısıyla dünya çapında ün kazanmış, uluslararası tıp kurullarına şeref başkanı seçilen bilim adamları, rektörler, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Aylin Duruoğlu gibi gazeteciler aylardır tutuklu.

Ertuğrul Özkök dün Penguen dergisinin karikatür yıllığında ‘Vakit’ gibi gazetelerin manşetlerinin, haberlerinin karikatürize edilmesini anlatıyordu; Penguen’in “Türkan Saylan Ergenekon’dan yırtmak için öldü” karikatüründen de söz etmişti. Çok da haklılar Saylan ağır hasta olmasa ve gerçekten “bardağı taşıracak damla” olduğu görülmese, onun hastalığı filan da dinlenmez, içeri alıverirlerdi. ÇYDD’nin tüm kayıtlarını, bilgisayarlarını alıp eğitim verilen öğrencileri bile nasıl fişledikleri ve yeni öğrencilere çağdaş eğitim verilmesine sekte vurmaya çalıştıkları ortada.

Geçmiş yıllarda bir darbe hazırlığı olmuşsa önce o dönemin Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları bunun hesabını vermeliyken (şimdi kuvvet komutanları yeniden ifadeye çağrılmış, açılım sürerken yeni Ergenekon gelişmeleri de oluyor demek ki!! Peki Hilmi Özkök neden onlarla birlikte ifade vermiyor?) sapla samanı birbirine karıştırıp “hiç değilse birkaç yıl için susturulmuş olsunlar” diye darbeyle marbeyle alakası olmayacak insanlara azap çektirip, özgürlükleri aylarca yıllarca ellerinden alınırsa “adalet” bir gün ortaya çıkar (bugün çıkamasa da bir gün mutlaka) ve bunun hesabını sorar.

Türkiye’nin en büyük medya grubunu da susturmak, hatta yok etmek için olmadık çoraplar örülürse onun sorgulanmasını da önce özgür dünya medyası yapar, ki ABD’de yaptı. Her ne kadar “bizden önce birileri burada kulis mi yaptı, yoksa bu ABD’li gazeteciler Türkiye’deki grubun uzantısı mı” gibi komik lâflar edilse de bunları oralarda yutan olmaz. O ülkenin aydın insanları Türkiye’dekiler gibi sinmez, “sadece gerçeği” ister.

ÇİFTE STANDARDIN BÖYLESİ

Son olarak “açılım” konusu çıkmaza girip terör bu kez şehirlerde esmeye başlayınca, toplum yanlış politikalarla gerginleşip bölününce ve olaylar, tepkiler artınca Ergenekon yeniden devreye girdi. Erzincan’da 3’üncü Ordu Komutanı’nın da ifadesinin alınacağı söylendi, “Ergenekoncular”ın Bülent Arınç’a suikast düzenlemek üzereyken yakalandığı haberi çıktı ve bir subay daha intihar etti. Önceden tutuklanıp serbest bırakılan ve yeniden tutuklanacağını öğrenince “Bir daha cezaevine gireceğime ölürüm daha iyi” diyerek sinir krizi geçiren Yarbay Tatar eşine yazdığı mektupta; “Babam öldüğünde bile komutanım beni arayıp teselli etti. En kötü günümde yanımda olan birinin öldürülmesini nasıl düşünebilirim. Sadece saygı ve minnet duyabilirim” demiş.

Böylesine ağır bir suçlama, iktidara yakın belli medya kesiminde “yargı kararını vermiş gibi” birçok isimle ilgili olarak peşin peşin yapıştırılan etiketler böyle onurlu insanları hayattan nefret ettirmeye yeter... Öldürmekle suçlandığı komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’in de cenazeye katılması bu iddiaya inanmadığını açıkça gösteriyor. (Boşverin “son yolculuğunda personeline sahip çıktı” gibi abuk yanıltmacaları, hiç kimse suikastçısı olduğuna inandığı birinin cenazesine gitmez!) Peki Deniz Feneri sanıklarına (Alman yargısının ‘1 numaralı failler’ dediği isimlere) hiç dokunulmazken ve hatta Zekeriya Karaman belediyeden yeni ihaleler alırken tutarsız suçlamalarla ve tutuklayarak bu ülkenin subaylarını bunalıma, intihara sürüklemek kabul edilebilir mi?

HER YERDE KROKİLER

Devletin en önemli kurumlarını birbirine düşüren, istedikleri zaman “hukukun arkasından dolanmayı” övünür gibi söyleyebilenler, söz konusu ordu olunca çifte standarda neden hiç karşı çıkmıyorlar? TSK’dan istenen nedir?

Bu nasıl tesadüf ki tam şu sorunlu dönemde, iktidarın başı sıkışmışken Bülent Arınç’ın oturduğu sokakta bir albay ve bir binbaşı yine en kolay bulunacak şekilde, ellerinde bir krokiyle dolaşıyorlar ve şıp diye yakalanıveriyorlar?

Arınç; Emine Ayna için “çok garip bir yaratık” demiş. Bırakın Avatar filmini bile geride bırakacak garip yaratıklardan geçilmeyen bir dönemi yaşamakta olduğumuzu, nerede kaldı “Yaradılanı Yaradan’dan ötürü sevmek”?

Birlikte açılım yaptıkları ve epeyce de açıldıkları isimleri Yaradan’dan ötürü sevemez mi oldular acaba?




 Ruhat Mengi
 Yazara ulaşmak için : rmengi@gazetevatan.com
Increase text size
 Suçu yoksa iftira at!

Basına ve yargıya yapılan anti demokratik siyasi baskılar eşzamanlı olarak yürütülüyor. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun başına Adalet Bakanı ile Müsteşarı oturtularak, istenmeyen bir karar çıkacaksa ikisinin de toplantılara katılmamasıyla kurul engellenerek, telefonları dinlendiği gibi bazılarının peşine özel dinleme araçları takılarak, internette okudukları gazeteler bile izlenerek (ve çizgisi beğenilmeyenler her türlü cezaya çarptırılarak) hakim ve savcılara yapılan baskılar yetmezmiş gibi şimdi bir de namuslarıyla uğraşılmaya başlanmış.

Bir cemaatle ilgili soruşturma yürüten Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’e yapılanların bir kısmını duymuştum ama detaylarını İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan’dan duyunca “Artık bu kadarına pes” dedim.

Hani geldiğimiz noktada, her gün ayrı bir şokla sarsıldığımız günlerde “pes” diyecek hayret duygularımızı da yitirdik ama buna rağmen dedim.

Düşünün şimdi Başsavcı cemaat soruşturması yürütürken “bir grup sağduyulu vatandaş” adı altında birileri mektupla onun hakkında “Rus kadınlarla bir araçta buluştu” benzeri abuk bir şikâyet ortaya atıyor.

Malum, normal olarak hukukta, yasalara göre şikâyetçisinin kimliği belirli değilse hiçbir ihbar işleme konulmaz, sadece adını gizleyen şikâyetçi somut bir belge ortaya koymuşsa o incelenir. Burada ise ne belge var, ne şikâyetçi ama Adalet Bakanlığı hemen incelemeye almış, sonunda “işlem yapılmaya gerek olmadığı” kararı çıkmış, yani şikayetin palavra olduğu anlaşılmış. Ama o arada “sadece savcıya gönderilebilecek” olan bu karalayıcı palavra bazı gazetelere (herr zaman ama herr zaman olduğu gibi) servis edilmiş.

Böylece aynen suçlu mu, suçsuz mu olduğu kesinleşmemiş, davasına bile bakılmamış onlarca insana “bu bazı yandaş gazeteler” tarafından darbeci etiketi yapıştırılması, manşetlerden suçlanmaları gibi Erzincan Başsavcısı da ortada bir olay yokken bir şekilde olumsuz etiketlenmiş oluyor.

İşlemi yapan Adalet Bakanlığı olduğuna göre acaba bu haberler de bakanlık tarafından mı gönderiliyor gazetelere? Peki bir Adalet Bakanlığı kendi başsavcısına bunu yapabilir mi? Mümkün müdür?

Çağdaş, demokratik, hukuka saygılı bir ülkede asla mümkün değildir ama “bakın ülkeyi muasır medeniyetler seviyesine çıkardık” diye böbürlenen hükümetlere sahip olmasına rağmen çağdaşlıktan halâ nasibini alamamış ülkelerde mümkün oluyor işte.

Bu olay son derece ürkütücü bir duruma işaret ediyor; acaba Adalet Bakanlığı’nın veya hükümetin istemediği soruşturmalar (örneğin bazı cemaatlerle ilgili, malum oy deposu gibiler) yapan savcılar, başsavcılar daha önce benzerleri de görüldüğü gibi mutlaka, elde bir suç yoksa imzasız mektuplarla yıpratılarak cezalandırılacak ve sindirilecekler mi?

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısını kendilerinin dinlettiğini açıklayan Adalet Bakanlığı acaba o işi de “bir iyilik (!) düşünmek üzere” mi yaptı?

Adalet Bakanlığı’na da güvenilemeyecekse neye güveneceğiz bu ülkede, anlatsınlar bize!
 






 

Yılmaz ÖZDİL

 

 yozdil@hurriyet.com.tr


Çukurambar’da F-16 yakalandı... Tanınmasın diye LPG taktırmışlar


Suikastçı albayın evini aramışlar...

Meğer sadece Arınç değilmiş.

Başbakan’ın krokisi çıkmış.

Cumhurbaşkanı’nın
krokisi çıkmış.

TBMM Başkanı’nın
krokisi çıkmış.

*

Bence iyi aramamışlar o evi...

Obama’nın krokisi de oralardadır. (Mutfağa bakın.)

*

Bu arada, krokiyi yutmak için kendisini sorgulayan polislerden
pet şişe su istemiş suikastçı.

*

Kalsiyum Sandoz’a çizmiş
krokiyi çünkü... Kuru kuru
gitmemiş boğazından.

*

(İşin esrarengiz tarafı, adam mahalle mahalle dolaşarak, devleti yöneten kim varsa alayını temizleyecek, savcı bakmış, kolay gelsin kardeşim deyip, serbest bırakmış iyi mi!)

*

Ve, Ankara’daki duyumlarıma göre, albayla binbaşının yanı sıra bir de suikastçı pilot tuğgeneral varmış... Havacı tabii, yolları bilmiyor, krokiye bakayım, debriyaja basayım filan derken, yanlışlıkla Söğütözü tarafına sapmış, Armada’daki taksicilere sorup bi u dönüşü, haaadi bakalım bu sefer Balgat’a dalmış, en son Gölbaşı’ndan Alo 156 Jandarma’yı aramış, nerde lan bu Çukurambar? İddiaya göre, mesai saatinin bitmesine rağmen karargâha dönmeyen bir tümamirali de, Haymana’da trafik kontrolünde yakalamışlar, bagajdan denizaltı maketi, torpidodan da Kevın Kostnır’ın krokisi çıkmış.

*

En çok da şuna bayıldım:

“Suikastçı subaylar, takip edilmesinler diye GPS’siz otomobiller kullandı.”

*

Malum, bizim subaylar genellikle Lamborghini, Ferrari falan
kullanır, astsubaylara daha çok Porsche tahsis edilir... Uydudan yakayı ele vermemek için Reno’ya binmişler demek ki.

*

Şaka bir yana, baktılar ki, bu kroki yeme işini ahaliden pek yiyen olmadı, dinlemeye çevirdiler hadiseyi... Yan sokaktaki pastanede profiterol yerken gözaltına alınan albayla binbaşı, tam teçhizatlı telekulakmış, hassas teknolojiyle Arınç’ın ortam konuşmalarını dinliyorlarmış.

*

Ancak... Pantolon uymadı,
gömlek verelim misali, hain suikastı apar topar sinsi dinlemeye
çevirdikleri için, şu sorunun cevabını henüz icat edemediler:

Birader, cihazları kim yedi?


Mustafa Mutlu

 Yazara ulaşmak için : mmutlu@gazetevatan. com

 

 ‘Maraton’da sona doğru!

Yaklaşık iki yıl önce “Ayda en az bir kez okuduğum sözler” başlıklı bir yazı yazmıştım...

O sözler Fethullah Gülen’e aitti ve onun ABD’ye gitmesine neden olmuştu.

Aynen şunları söylüyordu Fethullah Gülen:

“Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli.”

“Taa ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın. Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım. Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz.”

“Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. . Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır.”

***



Fethullah Gülen’in bu sözleri söylemesinin üzerinden yıllar geçti...

Ama ben; unutmayayım, yumuşamayayım, gevşemeyeyim, boş bulunup da “gününü bekleyenler”in oyunlarına düşmeyeyim diye her ay en az bir kez okumaya ısrarla devam ettim.

***



Müritleri; aradan geçen yıllarda Fethullah Gülen’in bu talimatlarının dışına çıkmadılar...

Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar, mevcudiyetlerini korudular...

Hem kanun ve kuralları kullandılar (her fırsatta demokrat kesilmeleri bunun örneğiydi) hem de kanun ve kural adamı olma imajını...

Onları görenler gerçekten de “Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar” dedi...

Sonra...

“Taa ilerilere” gittiler...

“Can damarları içinde” dolaştılar...

TSK’nın, yargının, emniyetin, üniversitelerin içine sızdılar...

“Hukuk sistemini didik didik ettiler, püf noktalarını öğrendiler...”

Ve sonunda...

“Maratona geçtiler!”

***



Öyle ustaca koşuyorlar ki bu “maraton”u, kimseyi “ürkütmüyorlar!”

Siyaset kurumu yıpranıyor...

Adliye yıpranıyor...

Mülkiye yıpranıyor...

Üniversiteler yıpranıyor...

Medya yıpranıyor...

Ama onlar; bu toz dumanda ortada bile görünmüyorlar!

Her yerdeler, her şeye hâkimler, istediklerini yapıyor ve yaptırıyorlar; ama yıpranmıyorlar!

Sızan gizli soruşturmalarda, fotokopi-gerç ek belgelerde, telefon dinlemelerinde hep onların parmak izi var; ama “yok”lar!

O kadar “yok”lar ki; kimse onları suçlayamıyor, eleştiremiyor, bitiremiyor!

***



Sezar’ın hakkı Sezar’a:

İyi oynadılar oyunlarını...

Şimdi de “koşar adım” amaçlarına yürüyorlar...

Koca ülkenin saygın kurumları; onlara karşı, “kendilerini savunmak”tan başka hiçbir şey yapamıyor...

***



Ben yine en az ayda bir kez okumayı sürdüreceğim o sözleri...

Ama... Bakalım daha ne zamana kadar?


8 Ocak 2010

Yılmaz ÖZDİL

 

 yozdil@hurriyet.com.tr

Kozmik patates erotik domates


Bütün sorunları hallettiler ya...

Sıra yemekleri düzeltmeye geldi.


*

Geleneksel lezzetlerin korunması için kanun tasarısı hazırlamış arkadaşlar... Bundan böyle isimleri “genel ahlaka aykırı olmayacak”mış.

*

E aşçıyı suikastçı diye yakalarsan,
şıllık tatlısına orospu muamelesi
yapman da gayet normal tabii.

*

Kadınbudu köfte mesela...

Selülitsiz olanı makbul.

Dilberdudağı ki...

Şahsen dudak tiryakisiyim.

Yengen var...

Behlül’ün en sevdiği yemek.

Oturtma’ya hiç girmeyeyim.

*

Hanımgöbeği; piercingli.

Tadı damağında kalır...

Sütlü Nuriye, ban ban ye.

*

Yemeği yemek yapan salça.

Sen kafayı kırdıysan...

Karpuz bile kalça.

*

Veya, mercimek...

Siz bakmayın masum masum oturduğuna, ver bak fırına neler oluyor!

*

Sanırım bu nedenle “Aile salonumuz üst kattadır” yazar lokantalarımızda... Çünkü, alt katta, domalan mantarı,
koç yumurtası, vezirparmağı,
kolböreği filan, gırla.

*

Ve, hadi diyelim, kerane tatlısı adaba mugayirdir... Manisa Milletvekili Bülent Arınç, neden mesir macunu dağıtıyor her “mart” ayında? Kedi midir ahali?

*

Madem edepsizliktir nimet üzerine yapılan belden aşağı espriler, koskoca devletin fındığı gösterip, aganigi naganigi diye reklam yapması nedir?

*

“Tek parti” olsun.

“Tek adam” yönetsin.

“Tek tip” düşünülsün.

Bunu istiyorsun ama...

İstediğin kadar yoğur.

Bin yıllık mutfak bu kardeşim...

“Terbiyeli köfte”den ibaret değildir!




Portakal


Apo, Roma'da...

Adres?

“Quartiere Inferno. Via Male.”


 

Yani?

“Cehennem Mahallesi.

Kötülük Sokak.”

*


Cuk yani.

*


Türkiye Başbakanı, İtalya Başbakanı'na telefon etmenin manası olmadığı için, İsrail Başbakanı'na telefon ediyor, “Yakalanması için yardımcı olur musunuz?” diye soruyor... Washington'ın kankası İsrail Başbakanı, Mossad Başkanı'nı çağırıyor, “bulun” diyor ve ekliyor:

“Bizim adımız geçmeyecek, işin şöhreti Türkiye'ye bırakılacak.”

*


Kod adı, Uyanık!

*


Biri kadın, altı ajan, Roma'ya uçuyor ama, temas sağlanamadan Apo buhar oluyor. Aranıyor taranıyor, Hollanda'ya girmeye çalışırken bulunuyor. Hollanda “Almam” demiş, öğreniliyor ki, Amsterdam Schipol Havalimanı'dan KLM uçağıyla Kenya'ya gidiyor. Mossad da peşinden... Apo, Yunan Büyükelçiliği'ne sığınıyor. Kusursuz Kürtçe bilen ve kendisini Kürt işadamı olarak tanıtan bir Mossad ajanı, Nairobi'deki Norfolk Oteli'nde Apo'nun mutemet adamıyla buluşuyor, “Hiçbir Afrika ülkesi vize vermeyecek, Yunanistan da sığınma vermeyecek, tek çare Kuzey Irak'a gitmeniz” diyor. Yunanistan'ın sığınma vermeyeceğini biliyor Mossad, çünkü elçiliğin telefonlarını dinliyorlar! Kenya istihbaratı da, Yunan elçiliğine baskı yapıyor, “Derhal gönderin şu adamı...” Apo sıkışıyor. Kuzey Irak fikri aklına yatıyor. O sırada bir özel uçak iniyor Nairobi'ye... Falcon 900... Pilot, Atina'daki konferansa götürmek için bir grup işadamını almaya geldiğini bildiriyor. Önce Atina'ya, oradan Kuzey Irak'a uçacağını zanneden Apo, elçilikten çıkıyor, eskortu Kenyalı istihbarat elemanları, havalimanına geliyor. Geliş o geliş...

*


“Memlekete hoş geldin!”

*


Kurtlar Vadisi değil bu...

*


Bir kitap.

İsmi, Gideon'un Casusları.

Yazarı, Gordon Thomas.

30 dile çevrildi.

İngiltere'de belgesel oldu.

Türkiye'de şakır şakır satılıyor.

Henüz yalanlayan yok.

*


İsrail'den yardım isteyen ve “Apo'yu niye portakal kasası gibi ambalajlayıp bize verdiler, vallahi bilmiyorum” diyen başbakan, rahmetli Ecevit... O zamanki İsrail Başbakanı ise şu anda da İsrail Başbakanı olan Netanyahu değil mi yahu?

*


Özetle:

Olan biteni güzel güzel yerken suratınızı ekşitmek istemem ama, bizim dış politikamız “portakal” gibidir zaten... Bu mümbit topraklarda yetişir. Kökü dışardandır.

*


Yafa portakalı...

İsrail'den.

Washington portakalı...

ABD'den.

*


ABD ve İsrail desteğiyle bu memlekette hasadı istenen karşı devrimin rengi ne?

Turuncu.

*


Bizde portakal yok mu?

Var.

Finike.

Anca sıkmalık.

*


Peki, ABD'nin Irak'ta 1 milyon Müslümanı çatır çatır öldürmesine hiç ses çıkarmayıp, İsrail'in Filistinli Müslümanları öldürmesine bağıra bağıra isyan etme rollerine ne verilir sizce?

Altın Portakal!

*


Hadi iyi seyirler...

 

Ya doğruysa!.. GAZETECI VEDAT YENERER'IN YAZISI..... Petrol yoksa çıkartma ruhsatı neden vermiyorsunuz? Değerli okurlar, geçenlerde Türkiye-Suriye sınırında uydu verilerine göre petrol deniz i olduğu iddiasını yazmıştım. Yazı sonrasında Silopi de madencilik yapan Beşir Yılmaz aradı. Yazacaklarımı lütfen iyi okuyun!... Beşir Yılmaz telefonda. 'Vedat bey, gelin Silopi' de Cudi eteklerine sizi götüreyim de petrolü kendi gözünüzle görün!..'diyerek feryat ediyordu. 'Nasıl yani!..' diye sorduğumda anlatmaya başladı.. 'Biz aileden madenciyiz.Irak sınırında yaklaşık 300 km ya da bir başka deyişle yaklaşık 150 milyon ton asfaltit madeni buldum.. Bu madeni bir süre resmi olarak işlettikten sonra devlet 1978 yılında kamulaştırıyoruz' diyerek el koydu. Rezervin de 50 milyon ton olduğu iddia edildi. Madem asfaltit rezervi az, neden el koyuyorsunuz. Dünyanın neresine giderseniz gidin asfaltit maddesi bulunan her yerin altında petrol vardır. Silopi'nin altı da petrol deniz idir. Yaz aylarında etraftaki ocaklardan resmen petrol akar ve Hezil çayına karışır. Gelin görün! Sadece petrol değil, burada çok zengin uranyum Ve nikel madeni de var' - Nereden biliyorsunuz? 'Türkiye'deki analizlere güvenmediğim için madenin her tarafından örnekler alarak Almanya'ya bizzat götürdüm ve analiz yaptırdım. Raporları gönderdim size ( Sonuçlar elimde Yatağan ve Tunç bilek'e göre iki misli rakamlar var) dünyanın en önemli uranyum madenlerinden birisi buradadır ve aktif haldedir..' Beşir Yılmaz'ın anlatacak o kadar çok şeyi var ki makineli tüfek gibi art arda sıralıyor. Ben de zaman zaman araya girip soru soruyorum. -Petrol olduğunu nereden biliyorsunuz? 'Bu bölgede İngilizler 1967-87de petrol aramışlar. Açılan kuyulardan gökyüzüne doğru 100 metre kadar petrol fışkırmış. Ardından kapatmışlar ve betonlamışlar. Benim madenimin yanında da bu kuyudan var ve vanasını gelin birlikte açalım eğer beton ve cıva basıp tıkamadılarsa bakalım ne kadar petrol fışkıracak. Dönemin köylüleri arasında hâlâ yaşayan görgü tanıkları var ve petrolün 100 metre kadar fışkırdığını görenler var. 'Beşir Yılmaz konuştukça pür dikkat dinlemeye devam ediyorum..' Vedat Bey, asfaltit maddesi olan her yerde petrol vardır. Eğer petrol yoksa bana neden petrol çıkartma ruhsatı vermiyorlar? Musul ve Kerkük' ün rakımı 80-100 metre civarındadır. Cudi Dağı'ndaki petrolümüz resmen Irak'a doğru akıyor ve başta İngilizler ve ABD bunu biliyor..' Beşir Yılmaz bugünlerde Silopi' ye bile zor gider hale gelmiş. Devlet kamulaştırılacak diye el koyduğu madeni şimdi Turgay Ciner 'in sahibi olduğu Park Holding'e devretmiş. Durum böyle olunca, Yılmaz da dava üstüne dava açmış ve yürütmeyi durdurma kararı aldırmış. Eğer tekrar el konulursa AIHM' YE başvuracakmış. Kısacası madeninin peşini bırakmıyor ama artık bölgedeki aşiret ağaları da onun peşini bırakmaz hale getirilmiş..Bütün dava tutanakları elimde okudukça dehşete kapılıyorum. Şimdi sıkı durun... Beşir Yılmaz Başbakan Tayyib Erdoğan' a bu durum üzerine başvurmuş ve dilekçe vermiş dilekçede aynen şöyle yazıyor.. 'Bürokrasi ve çeteler milletin hak ve hukukunu aramaktan bezdirmiştir. Televizyonda ve basındaki konuşmalarınızda 'hortumcu çetelerin ve bürokrasinin üstüne gidilecektir diyorsunuz'. Millet buna çok seviniyor. 25 yıldır gasp edilen madenimiz çete ve bürokratların, anayasa, kanunlar ve insan hakları hiçe sayılarak ihale yolu ile peşkeş çekiliyor. Allah'a ve sizin yüksek adaletinize sığınıyorum.' Beşir Yılmaz devlet tarafından el konulan mallarını ve bunun karşılığında devletin verdiği parayı yazıya eklemiş.. 1- 35 km yol yaptım. 2- 500 bin ton hazır çıkarılmış kömürüm var. 3- 3,5 milyon metreküp hafriyat yapılmış. 4- Mazot tankları. 5- Dinamit ambarı. 6- Kantar ve kantar binası. Resmi olarak bana ait olan ve vergisini ödediği madenimde Bugüne kadar yaptığım işler ve halen bulunan demirbaş ve çıkarılmış maden içinde 5.800..800 TL. (Buna resmen gasp ve devlet terörü denir!) Beşir Yılmaz Başbakan Erdoğan'a yazdığı dilekçede devam ediyor. 'Bu para halen bankada duruyor. Buna rağmen Türkiye Kömür İşletmeleri ihaleyi adamlarına ve hortumculara peşkeş çekiyor' Beşir Yılmaz' ın bu başvurusuna Başbakan Erdoğan bugüne kadar cevap vermemiş. Beşir Yılmaz'dan al ve ABD bağlantılı şirketlere ver. Uranyum konusu da bir başka skandal. Güneydoğu resmen petrol deniz i üzerinde ve Türkiye ABD Firmalarının peşinde 'bize petrol bul' diye yalvarıyor... İddialar devam ediyor:6 mühendisin kafaları kesildi. TPIK diye Türkiye Petrolleri'nin kurduğu bir kurum yurt dışına petrol arama işlerine giriyor ve bugüne kadar milyar dolar zarar ediyor. Beşir Yılmaz diyor ki: 'Kimin hain kimin işbirlikçi olduğunu anlamak çok kolay! Eğer bölgede petrol yok ise neden bana petrol çıkartma ruhsatı verilmiyor. Ruhsat verin 800 metreden petrolü çıkartmazsam ben bu ülkeyi terk ederim. MTA yıllar önce sondaj yaptı 480 metrede su bulundu ve ardından delici aletin ucu kırıldığı için sondaja son verildi. Herkes bilir sudan sonra petrol gelir. Biz yerli teknoloji ile 1200 metreye kadar sondaj yapabiliriz kimseye ihtiyacımız yok. İzni versinler siz görün petrol nasıl fışkıracak. ' Bu görüşmemizden bir gün sonra Beşir Yılmaz tekrar aradı ve Soma'da görevli bir mühendis ile görüşmemi isteyerek telefon numarasını verdi. Adını burada yazmak istemiyor. Mühendis ile görüşmemde daha da çarpıcı gerçekler çıktı ortaya. Altı ay kadar önce Cudi dağları eteklerinde bulanan 6 insan iskeletinin ne olduğunu bilip bilmediğimi sordu. Ben de 'bilmiyorum' dedim. Mühendis ekledi 'Bu iskeletler 18 Yıl önce Cudi Dağı'nda kaybolan 6 Türk petrol mühendisinin iskeletleri. Kafaları kesilerek öldürülmüş..' Dondum kaldım. Ne diyeyim.Kendisi de mühendis olduğu için yalan söylemiyordur diye düşündüm..Ardından devam etti.. 'Vedat Bey Türkiye maden bakımından dünyanın en zengin ülkesi. Siz Ödemiş yakınlarındaki Bozdağ'ın dünyanın en büyük altın rezervi olan dağlarından biri olduğunu biliyor musunuz? Ama bu madenleri kimse çıkaramaz. Hatta bu konunun üzerine giden gazeteciler öldürüldü. Uğur Mumcu ve Çetin Emeç'in öldürülmeden kısa bir süre önce bu madenler üzerine gittiğini biliyorsunuz her halde...' İlgiyle dinledim. O kadar çarpıcı şeyler anlattı ki, yazmaya sayfalar yetmez. İddiaların hepsinin belgeli olduğunu söyleyen bu mühendis, gazete ve televizyon kanallarında hiçbir gazetecinin bu yönde bir haber yapamadığını ve milletin resmen uyutulduğunu örneklerle anlattı. Beşir Yılmaz'a son sözüm ' Bana anlattıklarınızı Genelkurmay''a anlatınız mı?' oldu. Aldığım cevap da aynen şöyle. ' Vedat Bey her şeyi belgeleriyle birlikte bir kaç kez askeri büyüklerimize anlattım ama bugüne kadar bir arpa boyu ilerleme kaydedemedik!'. Ne diyeyim, bu milleti korumaya yemin etmiş olanlar utansın!.. Son sözüm: 'AB ve ABD, PKK''yı boşu boşuna özellikle bu bölgede güçlendirip milletin başına bela etmedi. Bölgeye gelecek barış ortamı Türkiye''yi ekonomik olarak uçuracak gelişmelere gebedir!..


YILMAZ ÖZDİLDEN
İşporta demokrasi (yetmez ama oku)


- Sırada ne var?

- Genel seçim...


- Laikler huylanmasın, takkeyi takunyayı çıkardık diyelim, uyandırma kerizi hesabı, değiştik diyelim, ufak ufak AB'ci olalım mesela, liboşlar bayılır.
- Milliyetçiler n'olcak?
- Sizinkiler Apo'yu affetti desek...
- Şahane.
- Başı açık kadın lazım.
- Peruk takayım...
- O kadarını yemezler.
- Ayarlarız bi tane.
- Ayarla, koy vitrine.
*
- Şimdi ne var?
- Belediye seçimi...
- Türbana oynayalım.
- Acele etme, erken.
- Merkezi yönetime son vericez, bundan böyle yerinden yönetim olcak diyelim, çaktırmadan özerklik ayakları yani... Kürtleri kafalarız.
- Ha yaşa be!
- Deniz kenarlarından sahtekar solcu başkan bulun iki üç tane, gösterin mamayı ihale mihale, transfer edin.
- Avanta kömür dağıtsak?
- Muhteşem.
- Bulgur da verin.
*
- Belediye tamam, sırada?
- Genel seçim...
- Globalleşelim biraz.
- Satalım diyosun yani...
- Yükte hafif pahada ağır ne varsa el aleme satalım, memleket kıymetlendi deriz, dünya bize hayran deriz, üç beş kırıntı da bizim kodamanlara atın, kessinler seslerini...
- Alkışlarlar bile.
- Alevileri kafalayalım mı bu sefer? Şöyle meraklısından bulsak bi tane, aday yapsak...
- Fıstık gibi olur.
- Uysalından olsun ama...
- Bi de dönek solcu bulun.
- O kolay, gani.
- Harmanlayın hepsini...
- Allaaahhh, AB'ye girdik diye havayi fişeği de fırlattık mıydı, davul zurna, tamamdır bu iş.
- Sonra, yüklenin türbana!
- Zıplasın asker...
- Muhtıra verene kadar...
- Verir bu kazmalar.
- Dadından yenmez valla.
*
- O da tamam, bu defa?
- Çankaya...
- Hepsi dinsiz diyelim.
- Şarapçı diyelim.
- Şimdi bak güzel kardeşim, seçildim seçildim, seçilemedim, hır çıkaralım, darbe yapıyorlar diyelim, açın söyleyin Amerika'dakine devamlı muhtırayı manşet yapsın, ekrandaki gözlüklü şişkoyu da arayın, ha bire muhtırayı gözüne soksun ahalinin... Çankaya'yı millet seçsin diye bi dalga atalım ortaya, o rüzgârla sen seçilirsin.
- Sonra?
- Boş ver sonrasını... Zaten sonrası gelene kadar bi daha değiştiririz, başkanlık maşkanlık rollerine geçeriz, biter gider. Kömürü de artırın bu arada, aman diim, n'olur n'olmaz.
*
- Evet beyler, sıradaki?
- Gene belediye...
- Bizde zam yok diyelim.
- Yuh!
- Diyelim ne var...
- Unutmuşlardır çoktan.
- Yemin edelim.
- Söyleyin bizim başkanlara birbirlerine devamlı ödül versinler, anket yaptırın, bizden en az 30 tane Türkiye'nin en
iyi belediye başkanı seçin, 40 hatta, Expo'yu aldık diye havayi fişek fırlatın, kendi kendinizi kültür başkenti seçin, dinler parkı açın, lale male dikin, tebrik edin birbirinizi.
- Ormana tapu
vercez diyin.
- Geçen seçim yaza denk geldi, kömür fazla iş yapmadı, alışveriş çeki ayaklarıyla harbi harbi para dağıtın, sağlama alalım. İftarları sokağa taşıyın, konserli monserli yapın, hokkabaz getirin, üç beş
yabancı turisti jüri diye kakalayın, rekor kırın.
- Amin.
*
- Bu sefer?
- Seçime daha çok var ama, işler sarpa sarıyor, yargı margı, laikler can sıkıyor, bi şey icat etmek lazım... Apoçiler de belediyede fena oy aldı zaten, başımıza iş çıkacak.
- Referandum patlatalım.
- Ne diycez?
- Mağduruz diyelim.
- Mağdur muyuz ki?
- Atın bunu salondan...
- Yargı darbeci diyelim, hukuku komple baştan yazıcaz diyelim, zararlı otları ayıklayalım.
- Nefis fikir.
- Kürtleri araklayalım.
- Çak... Biji.
- Milliyetçiler gıcık olmasın?
- Ben çıkayım milliyetçiler asıldı diye ağlayayım biraz, neler çektik biz, ne işkencelerden geçtik diyim, duygusaldır onlar, çoğu yer... Bi de sürgüne gönderilen solcudan şiir ayarlayın, dönek solcular gönül koymasın... Ama, düzgün ayarlayın ha, geçen defa yanlış adamın şiirini okuttunuz bana, madara olduk.
- Klip bile yaparız.
- Sonra dalarız askere...
- Gasteci profosör, alayına dümdüz...
- İçeri tıkalım.
- Fırsat bu fırsat rakip takunyalıyı da eleyelim, ihmale gelmez, Arapçı Filistinci olalım azcık.
- İsrail'e fırça kayalım.
- Cila.
*
- Ne var sırada?
- Gene genel seçim...
- Milliyetçi olalım bu sefer.
- Hay aklında bin yaşa!
- Maden orası, maden...
- Tufaya gelceklerini söylemiştim size, oraya yüklenin, Avrupa'da bi miting ayarlayın, AB'nin alayına fırça kayayım, girmiyoz lan diyim, vermiyoz Kıbrıs'ı diyim, bayrak yaptırın bol bol, mitinglerde avanta dağıtın.
- Kürtler bozulmasın?
- Onlardan zaten ekmek yok abi.
- Kapatın açılımı...
- Adayları da kapatalım mı?
- Kapatın gitsin.
- Çok bağırırlarsa?
- Bi kaçını açarız...
- Demokrasi dediğin böyle olur be, helal olsun.
- Son kullanma tarihi biten dönekleri de atın, yeni dönekler koyun, şıkır şıkır olsun vitrin.
- Ya türban?
- Bırak şimdi türbanı mürbanı, onlar cepte nasıl olsa...
- Sarışınları aday yapalım.
- Cillop.
- Bakarsın laik maik oluruz öbür seçimde, ufak ufak ayaklarını alıştıralım.
 
Tablo


“Sanatçı” ve “asistanı”nı vurdular, tarihinde türkü çalmayan tivi kanalları, 128 saat kesintisiz canlı yayın yaptı... “Sanatçı” ve “asistanı”nı bıçakladılar, entel görünmek için bütün gün bienal yayınlayan tivi kanalları, zahmet edip canlı yayın bile yapmadı, zırt diye geçiştiriverdi.

*
“Sanatçı”yı vurdular, polis dört tane özel ekip oluşturdu, İstanbul'dan Irak'a, Diyarbakır'dan Suriye'ye fellik fellik vuranı aradı, helikopterler, hatta dalgıçlar bile devreye sokuldu, milli istihbaratla koordineli gece baskınları yapıldı, pijamayla enselendi... “Sanatçı”yı bıçakladılar, bıçaklayanın arkadaşı gazeteye telefon edip kimliğini ihbar etti, buna rağmen baktılar ki, kimsenin aramaya maramaya niyeti yok, bıçaklayan adam gitti kendi kendine teslim oldu.
*
Vurulan “sanatçı” AKP'den mebus adayı olmak istediği için, başbakana “delikanlının hasosusun” diye cepten mesaj attığı için, vuran'ın arkasındaki güçlerin kim olduğu aranıyor, Engenekon'dan PKK'ya kadar, alayı zanlı ilan edildi... Bıçaklanan “sanatçı” CHP'li olduğu için, başbakanı eleştirdiği için, bıçaklayan'ın arkasındaki güçleri kimse merak bile etmedi.
*
Vurulan “sanatçı”nın odasına polis diktiler, hastane kordona alındı, özel timler tarafından korundu... Bıçaklanan “sanatçı” hastabakıcıların vicdanına
terkedilmiş vaziyette.
*
Vurulan “sanatçı”nın
çiğ köfte istediğini bile manşet yapan yandaş medya, bıçaklanan “sanatçı”nın bıçaklandığını bile lütfedip
tek satır haber yapmadı.
*
Vurulan “sanatçı”yla bıçaklanan “sanatçı”yı aynı hastanede ameliyat ettiler. Doktorlar, vurulan “sanatçı”yla ilgili günde üç defa basın toplantısı yapıp, bilgi verdi. Aynı doktorlar, bıçaklanan “sanatçı”yla ilgili basın toplantısı bile yapamadı;
çünkü, merak eden basın yok.
*
Vurulan “sanatçı” için Profesör Mehmet Öz'ün Amerikalı kayınbiraderi Doktor Michael Lemole'u getirmeye kalktılar, Amerikalı fizyoteparist getirdiler, Allah'tan sanatçının ailesi “Biz doktorlarımızdan memnunuz” diyerek, engelledi... Bıçaklanan “sanatçı”ya doktor moktor aranmadığı gibi, şu
anda ilgilenen doktorları kim, onu bile öğrenemedik.
*
Vurulan “sanatçı”yı Başbakan, Sağlık Bakanı, Kültür Bakanı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı, Kamu Düzeni Müsteşarı, İstanbul Valisi, Hadise ve Tarkan hastanede ziyaret etti; Başbakan Yardımcısı komadaki sanatçının siesta için gözlerini dinlendirdiğini zannedip, “Uyuyordu, uyandırılmamasını rica ettim” dedi... Bıçaklanan “sanatçı”ya
gelen giden yok, telefon yok.
*
Vurulan “sanatçı” Sağlık Bakanlığı'nın özel uçağıyla Almanya'ya gönderildi, ki, sırtımızda taşısak yeridir, borçluyuz bize güzellikler yaşatan her “sanatçı”ya... Bıçaklanan “sanatçı” ise, bırak ambulansı mambulansı, sokak ortasında çaresizce yardım istediği halde, yoldan geçen araçlar kapılarını kilitleyip kaçtığı için, kendi cebinden tuttuğu taksiyle gidebildi hastaneye.
*
Hülasa...
*
New York'tan Paris'e, Roma'dan Viyana'ya, Cenevre'den Münih'e
sayısız sergi açıp, Türkiye'nin çağdaş yüzünü göstermeye gayret etti ama... Memleketi en iyi anlatan tabloyu, kendi “kan”ıyla çizeceğini sanırım hiç düşünmemişti Bedri Baykam.

NOT:
“Sanatçı”yla başladık, “sanatçı”yla noktalayalım... Geçenlerde “Düşişleri”ni yazdım, Libya'dan Tunus'a, Mısır'dan Japonya'ya kadar, bizimkilerin maşallah dediği çocuk, en fazla üç gün yaşıyor, gözünüzü seveyim şu dışişlerine biraz ara verin dedim. Şerefsiz dediler, iftiracı köpek filan dediler. E ilave edeyim bari... Başbakanımızla Kültür Bakanımız, film çekimi için Pamukkale'ye gelen Oscar ödüllü aktör Nicholas Cage ile tanıştı, üç saniye hal hatır sordu. Ülkesine döner dönmez, tutukladılar adamı.




 

Çılgın proce


Kendi kendine yeten yedi ülkeden biriyken... Buğday ambarı'nın buğday ithalatında şampiyon olacağı, nohut'u Meksika'dan, mercimek'i Kanada'dan, sarımsak'ı Çin'den alacağı, el âlemin patates'ine fasulye'sine muhtaç kalacağı, topraklarımızın İsrail'e satılacağı aklınızın ucuna gelir miydi? Taaa Uruguay'dan inek getirmek çılgın proje değil de nedir?

*
“Aziz vatanın bütün tersanelerine girilmiş olabilir” uyarısına rağmen... 16 Mayıs'ta, Mustafa Kemal'in Bandırma vapuruyla Samsun'a gitmek üzere yola
çıktığı günün tıpatıp aynısı, 16 Mayıs'ta, Bandırma Limanı'yla Samsun Limanı'nın satılması, çılgın proje değil de nedir?
*
Şeref madalyalı subayların “terörist” ilan edileceğini; şehitlerin “kelle”, Apo'nun “sayın” olabileceğini, PKK'lıların üstü açık otobüsle şehir turu atıp, milletvekili adayı yapılabileceğini hayal edebilir miydiniz? “Anayasa'dan Türk kelimesi çıkarılsın” denirken, devlet büyüklerimizin “Güzel şeyler oluyor” demesi, çılgın proje değil de nedir?
*
Hukuk ulemaya sorulacak, polisimiz
imamın ordusu olacak, Nutuk suç delili sayılacak; tembel kedi Garfield'le külkedisi Cinderella gözaltına alınacak deseler, inanır mıydınız Allah aşkına? Anne-babasıyla restoranda yemek yiyen bebelere, matiz'likten suçüstü yapılması, çılgın proje değil de nedir?
*
AB'ye sittinsene giremeyeceğimizi belki düşünmüşsünüzdür ama... Papa heykelinin önünde, yani, manevi huzurunda, AB Anayasası imzalayacağımızı, sonra da
“Ya Allah, bismillah” diye güpegündüz havayi fişek fırlatacağımızı tahmin edebilir miydiniz? Gençlerimiz havaya uçurulurken, çocuklarımız sellerde boğulurken istifini bozmayanların... 85 yaşındaki Papa'nın yatağında vefat etmesi üzerine, İçişleri
Bakanlığı genelgesiyle, tüm yurtta bayrakları yarıya indirmesi, çılgın proje değil de nedir?
*
Türk Telekom Arap, rakı İngiliz olacak deselerdi, hadi ordan demez miydiniz?
Meyveli ithal cıvık'lar rahat rahat satılsın diye, ahalinin damak alışkanlığını değiştirmek için, Bakanlık emriyle yoğurdumuzun kıvamını değiştirmek, çılgın proje değil de nedir?
*
Telefonlara kulak, makam odalarına böcek konulmasını, 10 sene önce hangi vizyoner hayal edebilirdi? Yatak odalarına kamera döşenmesi, çılgın proje değil de nedir?
*
12 Eylül'de “evet” deyip, postalını yaladığı darbeciye evinde parti veren yalakaların, öbür 12 Eylül'de hiç utanmadan “hayır” diyenlere darbeci demesi... Yargılanacak denen Evren'e zam yapılması... Muhtıra verene, zırhlı makam aracı hediye edilmesi, çılgın proje değil de nedir?
*
İşsiz çoğalırken, işsizliğin azalması... Dünyanın en pahalı benzinini kullanırken, enflasyonun düşmesi... Donumuzu satmamıza rağmen, borcun büyümesi... Son 8 senede 80 şehrimizde 888 kere petrol bulunması... Kişi başına milli gelir hesaplanırken, nüfusun 7 milyon kişi eksik çıkması... Seçim yaklaşırken, seçmen sayısının 7 milyon kişi artması, çılgın proje değil de nedir?
*
Atamamız niye yapılmıyor diye soran öğretmenlerin gözüne gaz sıkılırken, yurtdışından öğretmen ithal edilmesi... Hekimlere dolandırıcı, eczacılara yankesici muamelesi yapılırken, rabbimin Cleveland demesi... Pantolon paçasının çoraba sokulması, Nobel'e aday gösterilmesi gereken çılgın proje değil de nedir?
*
Çevrecinin daniskası olup, ormana gecekondu kondurmayı, bi nebze akıl etmiş olabilirsiniz ama... Ha nükleer santral kurmuşsun, ha evine tüp bağlatmışsın, çılgın proje değil de nedir?
*
Kız çocuklarımızın okula gitmesi için son nefesine kadar gayret eden profesör'ün “Fahişe bu” diye evi basılırken...
“Dekolte giyen kadınlar tecavüzü hak eder” diyen profesör, hâlâ görevinin başındayken... Üniversite sorularına alenen şifre koyup, gençlerimizin hayallerinin ırzına “şehven” geçilirken... Yetkililerimizin “tatmin” olması, çılgın proje değil de nedir?
*
Sanatın içine tükürmek, tiyatroları kapatmaya çalışmak, Taliban gibi heykel yıkmak... O heykel yıkılmasın diye mücadele veren Atatürkçü, çağdaş, onur duymamız gereken ressamımızı bıçaklamak... Bırak çılgını mılgını, cinnet projesi değil midir?
*
Ahali hâlâ çılgın proje bekliyor iyi mi.
“Yetmez ama evet” diyorlardı...
İnanmıyorduk.

Mastırşef


Françis'e acemi diyorlar ama...

Mastırşef mübarek.


*
“Türkiye patlıcan ülkesi” dedi.
*
Ukrayna, portakal devrimi.
Gürcistan, gül devrimi.
Kırgızistan, lale devrimi.
Tunus, yasemin devrimi.
Mısır, zaten adı üstünde.
*
Bizimki ne olmuş oldu böylece?
Patlıcan devrimi.
*
Bu saatten sonra kimse çıkıp da, “muz cumhuriyeti” diyemez artık bize.
*
Hükümet mesela...
İmambayıldı.
Çankaya?
Hünkârbeğendi.
*
CHP-MHP desen...
Musakka'cı.
Vay efendim imambayıldı'da kıyma bile yokmuş da, bu iş zeytinyağlı olmazmış filan.
*
(Siyah Türk'üz, Beyaz Türk'üz diye, renkli demeçler verirken, zart diye üstü çizilen mebuslarımızın suratı? Mor.)
*
BDP, oturtma...
En son polise oturttular.
*
(İnsanın yazarken bile ağzı sulanıyor... Sanırım o nedenle, hamarat Sabahat'ın parmaklarını yedi o emniyet amiri.)
*
İmralı aşçısı ise, millete nasıl hazmettiririz diye kendisine akıl danışan takunyalılara, tarif yazdırıyor ha bire... Beni buradan çıkarıcan, çıkarmazsan, döşücem mayını, pat'lıcan.
*
AB'cidir topan...
Şerefli basınımız, sofraya oturacağını zanneden ahaliyi iştaha getirmek için şapırdata şapırdata yazar durur: Belki yarın, belki yarından da yakın, Brüksel lahanasının yerini alacak, topan patlıcanım.
*
Öküzün bile yemediğini gençlerimize yedirmeye çalışarak, kibar kibar, “Şifre var ama, sehven, işgüzarlığımıza geldi, özür dileriz, affedersiniz, pardon” diyen ÖSYM Başkanı Profesör “Ali” Demir, ne pişirmeye çalışmış oluyor? Alinazik.
*
Tufaya getirilen gençlerin “Şifrecinin canı can da, benimki patlıcan mı?” diye sorması ondan.
*
Alinazik rezaleti itiraf ettiğine göre... Tatmin olanlardan, avanta bulgur-makarna yerine, hangi yemeği bekliyoruz şimdi? Kızar'tma.
*
Gak dedi, şak şak şak.
Guk dedi, şak şak şak.
Şakşuka değil de, nedir bu şekerim?
*
Neyse ki, imambayıldı yerine karnıyarık'la ekürisi cacık'ı ikram etmediler Françis'e... Maazallah, “Türkiye hıyar ülkesi” de diyebilirdi.
Bugün 7 ziyaretçi (47 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol